Salı, Ekim 31, 2006

TARIMSAL EKONOMİDE ÜRETİM-FİYAT İLİŞKİLERİ

Günay Güner


Prof. Dr. Nurcan Özkaplan’a

Ekonomi, sözlük anlamıyla “insanların yaşayabilmek için üretme, ürettiklerini bölüşme biçimlerinin ve bu faaliyetlerden doğan ilişkilerin bütünü, iktisat” olarak tanımlanıyor. Diğer deyişle ekonomi temelde insan etkinliğidir. Amacı insanlığın gönencini (refah), gereksinimlerini sağlamaktır. Sınırlı kaynaklarla geniş boyutlu gereksinimler arasında denge kurmaktır.

A. Tarımın İktisadi Kalkınmaya Katkısı ve Önemi:

Tarımın, ekonomik gelişme süreci içinde önemli bir yere sahip olduğu açıktır. Ekonomilerin gelişmesini belirleyen temel unsurun sanayileşmek olduğunda kuşku bulunmasa da; tarım, sanayi kesimine gıda, sermaye, emek sağlayan bir kesim olması nedeniyle vazgeçilmez bir nitelik taşır. Öte yandan gelişmekte olan ülkelerde hem nüfusun hem de istihdamın büyük bir bölümü kırsal alanda yer alır. (Türkiye’de nüfusun %33’ü kırsal alanda yaşamaktadır.)
Tarımsal üretim, doğası gereği istikrarsızdır. Ürünlerin üretiminde yıllara göre iklim koşullarına bağlı olarak dalgalanmalar oluşabilir. Hububattan örnek verecek olursak, dünya buğday üretimi ortalama 560-580 milyon ton arasında değişirken, 2004/2005 döneminde 617 milyon ton olarak gerçekleşmiştir.
Ekonomik kuramlarda tarım ve sanayi sektörleri önceliği konusunda öne sürülen görüşler birbirinin karşıtı olmaktan çok tamamlayıcı niteliktedirler. Bu nedenle gelişmekte olan ülkelerin tarımı sanayiye veya sanayiyi tarıma tercih etmeleri anlamlı değildir.
Tarımın iktisadi kalkınmaya katkısı başlıca üç başlıkta ele alınabilir: a) Üretim katkısı, b) Piyasa katkısı, c) Üretim faktörleri katkısı.

a) Üretim Katkısı:
Bütün diğer sektörlerdeki artışlara oranla tarım sektörü gelir artış hızı daha azdır. Tarım sektöründe geleneksel üretimin yapılması, ölçeğe göre azalan getirinin mevcut olması gelir artış hızının düşüklüğüne neden olan unsurlardır. Bu durumda gelişme süreci içinde tarım sektörünün Gayri Safi Milli Hasıla içindeki payı oransal olarak azalmaktadır. Ancak üretim ve sanayiye kaynak ve hammadde sağlaması yönünden önemini korumaktadır (Tuna,1993:52). Özellikle gelişmekte olan ülkelerde gelişmenin başlangıç aşamasında ulusal gelirin yarısını tarımsal üretim oluşturmaktadır ( Kazgan,1993:239).
Tarımın milli gelirdeki payı ne kadar büyükse ve oransal gelişme hızı ne kadar yüksekse gelişmeye ürün katkısı o kadar yüksektir; bu değişkenler ne kadar küçükse o kadar azdır. Sözgelimi tarımın milli gelirin sadece % 10’unu oluşturduğu bir ileri sanayi ülkesinde ürün katkısı düşer. Bu da tarımın “ önemsizleşmesinin “ beklenir sonucudur.

b) - Piyasa Katkısı:
Tarımın gelişmeye piyasa katkısı toplam tarımsal gayrı safi üründen pazarlanan orana; tarımın satın aldığı girdilerin gayri safi ürüne oranına ve ( tarımsal ürünler başlıca ihraç mallarıysa) döviz getirisi içinde bunların payına dayanır.
Tarımda kişi başına gelir veri iken, tarımın diğer üretim kesimlerinden satın alabileceği ara girdiler, üretim araçlarının tarımsal ürün içindeki payı ve /veya nihai tüketici olarak üreticilerin satın alacağı tüketim mallarının payı, pazarlanan oranıyla ilişkili olabilir. Pazarlanan oran ne kadar yüksekse bu tür harcamalar da o kadar yüksek olabilir; pazarlama hizmetleri , tarıma dayalı sanayiler o ölçüde gelişebilir. Bu aynı zamanda ekonomide işbölümü ve uzmanlaşmanın gelişmesi, iç pazarın büyümesi ve kişi başına milli gelirin artması anlamına gelir.
Gelişmenin başlangıcında tarımın en önemli piyasa katkısı dış ticaret ve döviz getirisi yoluyla yaptığı katkıdır. Yatırım malları sanayini kuramayan ülke bunları ithal etmek zorundadır. Teknik düzeyi çok düşük olduğundan, üretim tekniğindeki değişme de, ithal edilen sermaye malına bağlıdır. Bunu sağlamak tarımsal ürün veya diğer hammadde ihracına bağlı olduğundan, tarımın katkısı yatırımların dış finansmanını sağlamakta, gelişme için gerekli ithalatı olanaklı hale getirmektedir. (Kazgan 1993:241)

c)- Üretim Faktörleri Katkısı:
Tarım sektörünün iktisadi gelişmeye bir önemli katkısı da diğer sektörlere üretim faktörü sağlamasıdır.
Gelişmekte olan ülkelerde nüfusun büyük çoğunluğu tarım kesiminde olmakla birlikte, ekonomik gelişmeye paralel olarak tarımdaki fazla nüfus oransal olarak azalmaktadır. Bunun nedeni sanayi sektörünün işgücü talebidir. Ancak tarım kesiminden nüfus kayması düzenli olmamaktadır. Öncelikle tarım kesimindeki nüfus artış hızı, diğer kesimler emek talebinden çok daha fazla olduğundan, tarım kesiminde işgücü fazlası oluşmaktadır. Dolayısıyla bu durum gelir dağılımının bozulması, gizli işsizlik, satın alma gücünün azalması gibi sosyal sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Tarım sektörünün diğer sektörlere aktardığı ikinci faktör sermaye olabilir. Genel olarak hızlı nüfus artışı nedeniyle tarım kesiminin gelir düzeyi düşük olmakla birlikte, özellikle ekonomik gelişmenin ilk dönemlerinde ihracat olanaklarının geliştirilmesi sonucunda, tarım kesimindeki ürün fazlası elde eden büyük toprak sahipleri gelirlerini artıracaklardır. Ayrıca düşük vergilendirmenin de etkisiyle oluşacak olan sermaye birikimi, daha karlı ve verimli olan sanayi sektörüne aktarılır.
Kaynak aktarımının bir diğer mekanizmasını da iç ticaret hadleri oluşturur. İç ticaret hadlerinin tarım kesimi aleyhine çevrilmesi kaynak aktarımına yol açar. Özellikle yeni kurulan sanayilerin gelişmesi sonucu tarım sektörüne göre daha cazip yatırım olanakları oluşturması, bu kesime sermaye aktarımını artıracaktır.


B. Tarım Ürünlerinde Fiyat Oluşumu:

Tarımsal ürün arzının önemli bir özelliği, ürünün fiyatının, ürün elde edildikten sonra oluşmasıdır. Dolayısıyla bu durumda o yıl oluşan fiyatla, ortalama maliyet ilişkisi kopar.
Piyasa döneminde ürün arzının fiyatlara etkisi, ürün elde edildikten sonra ve ürünün ekilmesiyle hasadı arasındaki dönemde olmak üzere farklı özellikler gösterir. Birinci halde üreticinin alternatifleri olmadığı ve alternatifleri olduğu iki ayrı durum söz konusudur.
Hububat, pamuk, tütün, fındık gibi ürünler yıllık ve bekletilebilir (veya stok edilebilir) nitelikte iken, taze meyve ve sebze, süt gibi ürünler çabuk bozulur, bekletilemez, stok edilemez bir nitelik taşırlar. Tarım ürünleri fiyatları bu noktada diğer mal ve hizmet fiyatlarından farklılık gösterir. Hasattan sonra, o yılın fiyatı, varolan ürün miktarı ve talep (ya da talep tahmini) tarafından belirlenir.
Ürün ne kadar çabuk bozuluyorsa, üreticinin değerlendirme seçenekleri ne kadar az ise, arz eğrisinin dik bir doğru olma ihtimali o kadar fazladır; talep eğrisi, fiyatı oluşturmakta o kadar etkili olur. Eğer üreticinin alternatifleri varsa, bu üreticinin “satmaya razı olma fiyatı “ fiyatın düşeceği alt sınırı çizer; fiyat bunun altına düşerse, ürünün piyasaya tümünü veya bir kısmını arz etmekten vazgeçer. Fiyatın alt sınırını ise, aracının türev talebi ( nihai talep ) çizer. ( Kazgan 1993:171 )
Tarım ürünlerinin üretiminin uzun bir dönem gerektirmesi nedeniyle, arzı piyasada talebe göre oluşacak bir fiyat karşısında yıl içinde artırmak olanaksızdır. Böyle bir fiyat üreticilerin gelecek yıl üretimlerini mutlaka etkileyecektir. Yüksek bir fiyatın çekiciliği karşısında üreticiler daha bol üretimde bulunabilirler. Bol üretim nedeniyle piyasaya sürülen ürün artacak, buna karşılık talep esnekliği sınırlı olan tarımsal ürün fiyatlarında büyük bir düşme görülecektir. Bu olguyu 1938 yılında Mordecai Ezekiel, “Cobweb Teoremi“ adı altında ortaya koyarak çok önemli bir katkı sağlamıştır. (Cobweb İngilizcede örümcek ağı anlamına gelir.)
Buna göre arz ve talebin zaman içinde birbirine uyması ancak bir gecikmeyle gerçekleşebilir. Herhangi bir dönemde talep edilen miktar o dönemin fiyatının bir fonksiyonu ise de, arz edilen miktar o dönemin değil, ancak ondan bir önceki dönemin bir fonksiyonu olabilir. Çünkü üretim işlemi zamana bağlıdır. (Divitçioğlu 1982:153)


Şekil 1

Konuyu şekille şöyle açıklayabiliriz: Birinci dönemde üretim Q1 ve fiyat P1’dir. Bu yüksek fiyat ikinci dönemde Q2 gibi yüksek bir üretime yol açmakta, bu durum ise fiyatın P3 düzeyine düşmesine neden olmaktadır. İkinci dönemin fiyatı P3, üçüncü dönemin üretimini belirlemektedir. Şöyle ki; üreticiler P3 gibi düşük bir fiyat karşısında üçüncü dönemin üretimini Q3’e düşürürler. Q3 üretimi ise fiyatı P2’ye yükseltir. Bir sonraki aşamada P2 fiyatı dördüncü dönemin üretimini etkiler ve üretimi yükseltir. Bir müdahale olmazsa bu değişmeler sonsuz bir şekilde sürebilir. Yukarıdaki şekilde incelenen durum Cobweb’in denge durumuna doğru sürdüğü durumdur.
Ayrıca Cobweb mekanizmasının dengeden uzaklaştığı ve aynı büyüklükte sürekli salındığı iki farklı durum daha vardır.


Şekil 2

Cobweb’in bir noktada birleşmesinin nedeni gecikmiş üretim, yani arz eğrisinin fiyat ( yani talep) eğrisinden daha dik olmasıdır. İki eğri eşit olduğunda ise Cobweb, şekil 2’de görüldüğü gibi, aynı dikdörtgenin üzerinde sürekli hareket halinde olur. Eğer fiyat (talep) eğrisi gecikmiş üretim (arz) eğrisinden daha dikse, Cobweb bir noktadan uzaklaşan bir eğilim gösterir. (Soral 1973:150)
Cobweb olgusu tarımsal ekonomide hemen hemen hiç eskimez. Üreticiler günümüzde de sık sık bu durumla yüz yüze kalırlar. Söz konusu olumsuz işleyişin önlenebilmesi, bir yanıyla, stoklama ve müdahale amacıyla, nitelikli ve geniş depolama kapasitelerine ulaşmakla; müdahale kurumları, kooperatifler, birlikler, bankalar gibi tarımsal yapıların güçlendirilmeleri ve işlevselleştirilmeleriyle olanaklıdır.

C. Tarımsal Fiyatlara Devlet Müdahalesi:
Tarım ürünlerinin fiyat dalgalanmalarından doğan sorunların çözümlenebilmesi, devletin fiyat oluşumuna müdahalesini zorunlu kılar. Devlet fiyat oluşumuna dolaysız ve dolaylı olmak üzere iki biçimde müdahale edebilir. Dolaysız müdahalenin yöntemleri fiyat sübvansiyonu ve fiyat desteği olarak belirtilebilir. Dolaylı müdahale yöntemleri ise üretimde kullanılan girdilere sübvansiyon verilmesi ve kotalama şekillerinde uygulanabilir.

C.1. Fiyatlara Dolaysız Müdahale:
Fiyatlara dolaysız müdahale Fiyat Sübvansiyonu ve Fiyat Desteği olarak iki biçimde uygulanabilir.

a. Fiyat Sübvansiyonu:
Fiyat sübvansiyonu, işletmelerin ürettikleri mal veya hizmeti daha ucuza, hiç değilse fiyatları yükseltmeden tüketicilere sağlamak amacıyla verilen sübvansiyon olarak tanımlanabilir. (Tevfik Pekin’den aktaran Bulmuş 1978:53) Ancak bu tanım, tüketicilerin ve üreticilerin birlikte korunması ve ayrıca tarımsal fiyatlarda istikrarın sağlanması olgularını kapsamamaktadır. Sübvansiyon ilgili kesime yeni üreticilerin gelmesine yol açar. Uygulamadan üreticilerin elde edeceği toplam kazanç, kesime yeni gelen üreticilerin üretici rantı olan alan kadardır.
Sübvansiyon uygulaması üretimin piyasa fiyatını düşüreceğinden, tüketicilerin kazancı olacaktır. Ayrıca toplumsal açıdan bir refah kaybı vardır. Çünkü üreticilerin ve tüketicilerin sübvansiyon uygulamasından elde ettikleri toplam kazanç, devletin toplam sübvansiyon giderlerinin altında kalır. (Bulmuş 1978:55) Fiyat sübvansiyonu tarım kesimi gelirlerinin kısa dönemde artmasını sağlarken, sorunun uzun dönemli çözümüne katkı yapamadığı gibi, sorunları ağırlaştırıcı etkileri de olabilir. Şöyle ki, sübvansiyonun nedeni belirli bir dönemde fazla arz nedeniyle ürün fiyatının aşırı düşmesi olduğundan, üretici gelirlerini artırmak için arzı kısmak gerekir. Oysa sübvansiyon arzın kısılması değil, özendirilmesi sonucunu doğurur. Gelirlerin düzeyinin korunması sübvansiyon uygulamasını sürekli hale getirir. Bu durum da refah kaybının sürekli olması anlamına gelir. “Yeni tarım tekniklerinin kullanılması verimliliği artıracağından birim başına azalan maliyetlerle birlikte arz eğrisi de sağa kayacaktır. Bu olgu sübvansiyon uygulanması halinde, ağır finansman yükü getirecektir. Çünkü uygulamanın devlete olan maliyeti, üretimdeki artışla doğru orantılı olarak artacaktır “. (Bulmuş 1978:56)

b. Fiyat Desteği:
Bu yöntemde devlet belirli bir ürün için, ürünün piyasa fiyat düzeyinin üstünde bir fiyat belirler ve belirlediği fiyattan kendisine getirilen ürünü satın alır.

Şekil 3


Şekil 3‘e göre, devlet arz ve talebin oluşturduğu piyasa fiyatı Po ‘dan yüksek P1 gibi bir fiyat belirler ve Do talep eğrisinin belirlediği, piyasa fiyatından tüketicilerce satın alınacak ürün miktarıyla, bu fiyattan üreticilerin arz miktarı arasındaki fark olan piyasada satılamayacak arz fazlasını satın alır. Bu tür fazlaların devletçe satın alınması işi yükleme, boşaltma, depolama, muhafaza (çürümeyi önleme) v.b. gibi masraflı ve pahalı işlemleri gerektirir.
Fiyat desteği konusunda asıl önemli sorun, devletin satın aldığı ürün fazlasını kullanma biçimi noktasında ortaya çıkmaktadır. Tarımsal üretimin doğal koşullara büyük oranda bağlı bulunduğu ülkelerde devletçe satın alınan ürün fazlası piyasayı düzenlemek amacıyla, bol ürün yıllarında aldığı ürünü kıt ürün yıllarında piyasaya sunmak yöntemiyle kullanabilir. İç piyasada sağlanacak fiyat istikrarı üretici gelirlerinin üretim miktarına koşut olarak artması ya da azalması sonucunu doğurur. Fiyat istikrarının olmaması durumunda ise üretici gelirleri üretim miktarıyla ters orantılı olarak oluşur. Diğer anlatımla üretici gelirleri üretim arttığında azalacak, üretim azaldığında artacaktır. Bu durumda “fiyat istikrarı” amacıyla “üretici gelirlerinin istikrarı” amacı çatışmaktadır. Öncelik verilecek amaç farklı koşullarda belirlenebilecektir.
Fiyat istikrarının gelir istikrarı hedefinden daha önemli sayılmasını gerektiren ürünler olabilir. Bu ürünler geniş bir tüketici kitlesiyle ilgili ya da diğer ekonomik sektörlere girdi niteliği taşıyan ürünlerdir. Bu tür bir etki yaratmayan, yaklaşık tümünün talebe yöneldiği ürünlerde gelir istikrarı hedefi fiyat istikrarı hedefine oranla daha fazla önemsenebilecektir. Ancak her iki hedefi dengeli biçimde birlikte gerçekleştirmeye yönelmek de mümkündür. Devlet, fiyatları üretimdeki değişme oranında ama ters yönde değiştirebilmeyi başarabilirse, gelirler istikrarlı olabilir. Fiyatlar dalgalanacak olsa da bu kontrollü bir dalgalanma olacaktır.
Devletin müdahalesi sonucunda, ürünü düşük fiyattan satın alıp, yüksek bir fiyattan satacak olması nedeniyle kar elde etmesi de olanaklı olabilir. Bu politikanın net kar sağlayıp sağlamaması, devletin ürününün stoklanması için yapacağı giderlere bağlıdır. (Bulmuş 1978:61)
Fiyat desteği uygulaması, rekabet ortamına oranla üretici gelirlerini artırması dolayısıyla milli geliri yükseltir. Bu yükseliş desteklenen ürünün talebini de artırır. Bu nedenle talep eğrisi tümüyle sağa kayar, bu demektir ki yeni (yüksek) talep koşulları oluşur. Fiyat desteğinin ürünün talebi üzerindeki etkisinin büyüklüğü, ürün talebinin gelire olan esnekliğine bağlıdır. Diğer deyişle, gelirdeki bir birim artışın talepte ne kadar artış yaratacağına bağlıdır. Bu esneklik ise tarımsal ürünler için çok zayıftır. (Bireyler gelirleri arttı diye daha fazla, gelirleri düştü diye -belli düzeyden sonra- daha az yemezler.) Dolayısıyla fiyat desteği uygulaması ekonomideki depresyonist eğilimlere karşı olumlu etki sağlasa da, arzın esnek olmadığı bir ekonomide enflasyonist bir etkiye de yol açabilir. Ürün arzının esnek olduğu bir yapıda fiyat desteği uygulaması devletin elinde büyük miktarda ürün stoklarının oluşmasına yol açabilir. Biriken bu stokların ne amaçla ve nasıl kullanılacağı da önemli bir sorundur.
Buna göre, devlet elinde bulunan stokların tümünü veya bir kısmını, piyasada fiyat ve gelir istikrarının bozulmaması için imha edebilir. Bu uygulama net toplumsal refah kaybını ifade eder. Devlet ikinci olarak elindeki stokları çeşitli adlar altında yardımlar yaparak eritebilir. Bu yardımlar yoksullara, hastanelere, diğer ülkelere karşılıksız olarak vermek biçiminde olabilir. Üçüncü uygulama ise fazla ürünün, dünya fiyatlarının altında bir fiyatla da olsa, ihraç edilmesidir.
Öte yandan fiyat desteği uygulaması genellikle uzun dönemde büyük çiftçiye yarar sağlar. Küçük aile işletmelerinin aleyhine sonuçlar doğurur. Fiyat desteğinden küçük aile işletmeleri ancak kısa dönemde yarar sağlayabilir. Bununla birlikte uzun dönemde küçük işletmelerin yaşamalarına olanak vererek kaynakların optimum kullanımını engeller. Ayrıca küçük işletmelerin yaşamasına olanak sağlanması köyden kente göçü de yavaşlatan, sağlıksız kentleşmeyi önleyen bir unsurdur. Fiyat desteği uygulamasıyla büyük işletmeler piyasada oluşabilecek fiyat ile destek fiyatı arasındaki farkın toplam üretimle çarpımı kadar bir tutar sübvansiyon elde etmiş olurlar. Oysa küçük işletmelerin üretim kapasiteleri de düşük olacağından sağlayacakları sübvansiyon tutarı önemsiz düzeyde olacaktır. Cüce aile işletmelerine sağlanacak hibe, yardım ve yan gelirlerin tutarı bu işletmelerin ürettikleri miktarın büyüklüğüyle değil, ailenin büyüklüğüyle ilişkilendirilmelidir.

c. Fiyat Sübvansiyonu ile Fiyat Desteği Uygulamalarının Karşılaştırılması
Bu iki yöntemin doğurduğu farklı sonuçları devlet, tüketiciler ve toplumsal refah yönlerinden incelemek gerekir. Öncelikle üreticilerin elde ettikleri gelir tutarı yönünden her iki yöntem arasında fark yoktur. Ancak bu gelirin sağlanmasında devletin ve tüketicilerin payları bakımından farklar vardır. Bu ayrımları şöyle gösterebiliriz:
Fiyat sübvansiyonu
Fiyat desteği
Talep fiyattaki değişimlere duyarsızsa ?
Talep fiyattaki değişimlere duyarsızsa ?
Üretici gelirlerinin kaynağı olarak devletin payı tüketicilere oranla yüksektir.
Üretici gelirlerinin kaynağı olarak devletin payı tüketicilere oranla düşüktür..
Üretici gelirlerinin büyük bölümü vergilerle karşılanır.

Talep fiyattaki değişimlere duyarlıysa ?
Talep fiyattaki değişimlere duyarlıysa ?
Üretici gelirlerinin kaynağı olarak devletin payı tüketicilere oranla düşüktür.
Üretici gelirlerinin kaynağı olarak devletin payı tüketicilere oranla yüksektir.

“Ürünün talebinin fiyata olan esnekliği birden küçükse, (yani talep fiyattaki değişimlerden fazla etkilenmiyorsa G.G.) üretici gelirlerinin kaynağı olma bakımından devletin payı, tüketicilere oranla, sübvansiyon uygulamasında fiyat desteği uygulamasına göre daha fazladır. Ürünün talebinin fiyata olan esnekliği birden büyük ise (talep fiyat değişimlerine duyarlıysa G.G.) üretici gelirlerinin kaynağı olma bakımından devletin payı tüketicilere oranla, fiyat desteği uygulamasında, fiyat sübvansiyonu uygulamasına göre daha fazladır “ (Bulmuş 1978:64).
Tüketiciler ve devletçe katlanılan yükün toplamı aynı kalmakla birlikte, bu yükün tüketiciler ve devlet arasında farklı dağılması vergi mükellefleri bakımından önemlidir. Talep esnekliği birden küçük bir tarımsal ürüne devlet müdahalesinin söz konusu olması halinde; uygulanan müdahale yöntemi fiyat sübvansiyonu ise, bu durum üretici gelirlerinin büyük bölümünün vergi gelirleriyle karşılandığı anlamına gelir. Buna göre finansman yükü yüksek gelir diliminde bulunanlar tarafından üstlenilmektedir.
Öte yandan konuya toplumsal refah yönünden bakıldığında da farklı sonuçlar gözlenmektedir. Fiyat sübvansiyonu uygulamasında tüketiciler fiyat desteği uygulamasına oranla daha fazla miktarda ürünü düşük fiyattan satın alarak önemli ölçüde rant sağlarken, aynı zamanda fiyat desteği yönteminin uygulanması halinde imha, düşük fiyatla ihraç ya da tali alanlarda kullanmak gibi yollarla elden çıkarılacak ürün tüketicilerce değerlendirilmiş, böylece de toplumsal refah artmış olur. Ancak tüketicilerin bir tarımsal üründen fazla tüketmeleri diğer tarımsal ürünlerin tüketimini, dolayısıyla bu ürünlerin üretici gelirlerini azaltabilir. Ayrıca fiyat sübvansiyonu fiyat desteğine göre serbest piyasa düzenini daha az bozar.
Bir diğer önemli özellik de sübvansiyona ilişkin destekleme düzeyinin nasıl belirleneceğidir. Gelişmekte olan ekonomilerde tarımsal üretimin doğa koşullarına bağımlılığının yüksek ve ürün talebinin esnek olmayışı nedeniyle, böyle bir ürüne devletin fiyat sübvansiyonu yöntemiyle müdahalesi halinde, ürünün piyasa değeri ne kadar büyükse, sübvansiyon toplamı da o ölçüde yüksek olacaktır. Bu nedenle “sübvansiyona ilişkin destekleme seviyesi, üretimin geçmiş yıllar ortalamasını tüketime sevk edecek düzeyin daha üstünde tespit edilmemelidir “. (Bulmuş 1978:66) Aksi durumda sübvansiyon ödeme toplamı ürünün toplam piyasa değerinden fazla olacaktır.
Bir başka konu da, sübvansiyon destekleme düzeyinin üretim miktarı değişmeleriyle ters yönde ve orantılı olarak belirlenmesidir. Bu durum hem üretici gelirlerini istikrarlı kılacak, hem de bol ürün dönemlerinde devletin sübvansiyon yükünü azaltacaktır.
Fiyat sübvansiyonu üretimin tümünün tüketime gitmesini sağlayarak devleti fiyat desteğinde katlanılacak satın alma ve stoklama giderlerinden kurtarır. Tüketicilerin ürünleri ucuza tüketmelerine imkân verir. Bu ürünlerin ihraç edilebilmesi için gereken özendirici unsurlara olan ihtiyacı azaltır veya ortadan kaldırır. Dolayısıyla fiyat desteği uygulamasına göre çok daha ekonomiktir. Ancak fiyat sübvansiyonu yöntemi sorunlara geçici çözümler getirir. Kalıcı iyileşmeler sağlamaktan uzaktır.

C.2. Fiyatlara Dolaylı Müdahale:
Fiyatlara dolaylı müdahale, üretim girdilerine sübvansiyon verilerek ve kotalama yapılarak iki şekilde uygulanabilir.

a. Üretim Girdilerine Sübvansiyon Verilmesi
Devlet üretim faktörleri ve girdilerin çiftçilere olan maliyetini düşürmek amacıyla, üretim faktörleri ve girdilere sübvansiyon verebilir. Bu sübvansiyonlardan daha fazla yararlananlar büyük ölçekli tarım işletmeleridir. Çünkü küçük aile işletmelerinin üretim kapasitelerinin küçüklüğü, bu işletmelerin sübvansiyonlardan elde edebileceği yararları da sınırlar. Hatta söz konusu aile işletmelerinin geleneksel yöntemlerle tarım yapmaları sonucunda, sübvansiyona konu tohumluk, gübre, tarım ilacı, kredi, tarım araçları ve makineleri gibi girdileri kullanma düzeylerinin düşük olması da sübvansiyondan yararlanmalarını engelleyen bir unsurdur.
Tarımsal ürünün tümüne yakın bir bölümünü piyasa için üreten ekonomilerde fiyat sübvansiyonu ve desteği yöntemleri etkin olabilir. Ancak bu koşulun zayıf olduğu ürün veya ekonomilerde sübvansiyon verilmesi fiyat desteğine göre küçük üreticinin daha fazla yararınadır.

b. Kotalama
Devletin tarımsal fiyatlara müdahale yöntemlerinden biri olarak kotalama devletin diğer müdahale uygulamalarından doğan finansman yükünü sınırlandırmak amacıyla geliştirilmiş bir yöntemdir. Fiyat sübvansiyonu ve fiyat desteği yöntemleri üretimi özendirmekte, artan üretim devletin finansman yükünü de artırmaktadır. Dolayısıyla kotalama ile ürün fiyatının düşmesini önlemek için üretilen miktarı sınırlamak gereksiniminden doğmuştur. Tarım ürünlerinin arz ve talebi temel alınarak yapılan analize göre, üretimin azaltılması üretilen ürünün piyasa fiyatını yükseltecektir. Tarım ürünlerinin talep esnekliği düşük olduğundan üretimin kısılması üreticilerin toplam gelirini yükseltecektir. Bu durum aynı zamanda üretim giderlerini de azaltacaktır. Ancak bu uygulamadan tüketiciler olumsuz yönde etkileneceklerdir.
Başlıca kotalama yöntemleri alan ve miktar kotalamasıdır.

b.1. Alan Kotalaması
Alan kotalaması global ve kişisel nitelikte uygulanabilir. Global olan ürüne ayrılacak toplam alanın, kişisel olan ise işletmelerin ayıracakları alanın sınırlandırılması biçimleriyle ilgilidir. Elde edilecek yarar bakımından kişisel kotalama global kotalamadan daha etkindir. Türkiye tarımında tütün ve çay global kotalamaya, haşhaş ise kişisel kotalamaya örnek verilebilir. Kişisel alan kotalamasında üreticiler işledikleri toplam arazinin belli bir yüzdesini söz konusu ürünün ekimine ayırabilir.
Üreticiler uzun dönemde tasarruf edici, verimliliği artırıcı önlemleri almaları nedeniyle arz eğrisi tekrar sağa kayabileceğinden alan kotalaması her zaman istenen sonucu vermeyebilir. Ayrıca bu yöntemde önemli bir kısım arazi işlenmeyeceğinden toplumsal refah kaybı oluşur. Buna karşın ekim alanını sınırlamakla ürün kalitesinin artırılması ve birim başına verimi artırıcı olumlu etkilere de yol açabilir.

b.2. Miktar Kotalaması
Tarımsal üretim faktörleri ve girdi arzının esnek olduğu ekonomilerde alan kotalaması üretimi azaltmaya yetmemektedir. Bu nedenle devlet arzı sınırlandırmak için miktar kotalamasına gider. Miktar kotalamasında kültür arazisinin bir kısmı boş kalmak yerine, başka tarımsal ürünlerin üretimi için kullanılabilir. Ancak bu yöntem bazı sakıncaları da getirebilir: İlki miktar kotası uygulanan ürünün üretiminden çekilen üretim faktörlerinin diğer ürünlerin üretimine kaydırılması nedeniyle, bu ürünlerin üretiminde istenmeyen artışların oluşabilmesidir. Bunu önlemenin yolu belli başlı ürünlerin tümünü kota kapsamı içine almaktır. Bu durumda üreticiler dikkatlerini maliyetlere yönelterek, verimliliğin ve etkinliğin artırılması yoluna gideceklerdir. Ayrıca doğa şartlarındaki olumlu değişmeler üretim miktarında, kota sınırlarının üzerinde artışa neden olabilir. Miktar kotalamasının başarısı sürekli bir denetime bağlıdır.
Miktar kotaları fiyat desteği ile birlikte de uygulanabilir. Bu durumda kotayı aşan üretim için daha düşük bir fiyat uygulanır. Bu sistemle çok geniş bir üretim kapasitesine destek uygulanmasının da önüne geçilmiş olur.

Sonuç

Dünyada ve Türkiye’de 1980’lerle başlayıp 1990’lı yıllarda etkisini artıran paracı (monetarist) politikaların başlıca söylemlerinden biri bütçe açıklarının enflasyonun önemli nedenlerinden olduğu ve kamu harcama kalemlerinden tarımsal harcamaların, desteklerin kaldırılması yönündeki yaklaşımdı. Bu anlayış ise kamusal girişim, mülkiyet ve eylemlerin verimsiz, özel girişim, mülkiyet ve eylemlerin ise verimli olduğu argümanına dayanmaktaydı.
Söz konusu yaklaşım, yukarda belirtilen, ekonominin amacının bir bütün olarak insanlığın refahını ve mutluluğunu sağlamak olduğu gerçeğini göz ardı etmektedir. Bu nedenle de mikroekonomik firma verimliliğinin göstergesi olan kâr maksimizasyonunu tek ölçüt olarak almakta ve girişimleri buna göre değerlendirmektedir. Oysa gene ekonomi bilimi kamu girişimlerinin ve kararlarının her zaman söz konusu ölçütle değerlendirilemeyeceğini, toplumsal anlamda maliyet-fayda analizinin ölçüt alınabileceğini söylemektedir. Tarım sektörünün iklime ve diğer değişkenlere bağlı istikrarsızlık yaratıcı doğası, bu alana serbest piyasa koşullarına bırakmak yerine, doğru ve anlamlı müdahaleler yapılmasını gerekli kılmaktadır. Ekonomi biliminin de bize gösterdiği gerçek budur. Gelişmiş ekonomilerin bile tarımsal desteklerden vazgeçemeyişlerinin altında bu olgu yatmaktadır.
Bu gerçek ışığında bakıldığında tarımsal harcamalar ulusal gelire katkı sağlayan, ekonomiye canlılık ve devinim kazandıran, diğer sektörlere hammadde ve kaynak aktaran, gelişmiş/gelişmekte olan hiçbir ekonominin kayıtsız kalamayacağı yaşamsal gereksinimleri karşılayan, çarpık kentleşmeyi, iç göçleri ve yarattığı yoksulluğu, toplumsal güvenlik sorunlarını önleyen, ulusun üretim yeteneğini koruyan, kültürel gelişimini sürdüren vazgeçilmez nitelikteki harcamalardır. Dolayısıyla tarım ekonomisi uzun vadeli ve derinlikli bir bakışla analiz edilmelidir.


Kaynaklar

Bulmuş, İsmail. 1978 “Tarımsal Fiyat Oluşumuna Devlet Müdahalesi”, AİTİA Yay.
Divitçioğlu, Sencer. 1982 “Mikroiktisat”, Ar Yay.
Kazgan, Gülten. 1993 “Tarım ve Gelişme”, Filiz Kit.
Soral, Erdoğan. 1973 “Tarım Ürünlerinde Fiyat Teşekkülü ve Devlet Müdahalesi”, EİTİA Derg., 50.Yıl Özel Sayısı, s.146-176
Tuna, Yusuf. 1993 “Tarımda Verimlilik Artışının Ekonomik Sonuçları: Türkiye İle İlgili Bir Değerlendirme”, MPM Yay., No: 487

KÜRESELLEŞMENİN EKONOMİSİ VE TARIM ÜZERİNE

GÜNAY GÜNER


Toplumsal gelişmelerin anlaşılmasına yönelik çabalar bilimsel, dolayısıyla nesnel bir bakışı zorunlu kılar. Tersi anlayışlar düzeltilmesi uzun zaman alacak önyargıların, bilinç tahribatının, yanlış kararların, bilim dışı yargıların oluşmasına yol açabilir. Ülke yararı, ulus refahı söz konusu olduğunda böylesi durumlarda ödenecek bedel daha da ağır olabilir.
Son yirmi yıldan bu yana insanlığın, başta bilinç yapısı olmak üzere, bütünlüğünü oluşturan değerler dizisi, küreselleşme (globalizm) olgusuyla birlikte büyük bir etki ve yönlendirme altında bulunmaktadır Küreselleşme dünyayı, uzaydan bakıyormuşçasına bir bütün olarak algılamayı ifade ettiği kadar, o bütüne egemen olmayı da ifade etmektedir. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, denge durumunu ortadan kaldırmasıyla son küreselleşme atağını da kolaylaştırmıştır. Son küreselleşme diyorum; çünkü tarihte başka küreselleşme dalgaları belirlemek de olanaklı. Emre Kongar’a göre: “Birinci küreselleşme dalgası Tarım Devrimi ile geldi. (…) Tarım Devrimi ile ana üretim aracı haline gelen toprak değer kazanınca, toprağı zaptetmek ve korumak, birinci küreselleşme dalgasının esas amacı oldu.” Ardından ikinci küreselleşme dalgasını Endüstri Devrimi’nin, üçüncü (içinde olduğumuz) dalgayı ise İletişim-Bilişim Devrimi’nin oluşturduğunu belirtmektedir. (KONGAR 2002) Baskın Oran ise biraz daha farklı bir tasnifleme yoluna gitmektedir. Oran’a göre, birinci küreselleşme denizcilikteki gelişmelerin belirlediği merkantilist dönemdedir. İkinci küreselleşme sanayileşme dönemiyle; üçüncüsü ise çokuluslu şirketlerle, iletişim devrimiyle ve SSCB’nin yıkılması dolayısıyla, Batı’nın 1990’lı yıllarda rakipsiz kalmasıyla ilgilidir. (ORAN)
Günümüzde küreselleşme bilgi toplumu, iletişim-bilişim devrimi gibi kavramlarla birlikte düşünülmektedir. Gerçekten de teknolojik ilerleme olağanüstü bir ivme kazanmış, bilgisayar yaygınlaşmış, yerküre bilişim ağıyla birbirine bağlanmıştır. Hatta küreselleşmenin söz konusu teknik gelişmenin sonucu oluştuğu bile söylenebilir. Ancak açlık, yoksulluk, eğitimsizlik, sağlık gibi insanlığın “küresel” ve yaşamsal sorunlarında, tanık olunan teknolojik gelişmeyle orantılı bir iyileşme sağlanamamıştır. Aksine üretim faktörlerinden emek serbest dolaşım yeteneğinden yoksunken, sermayenin tam bir serbestlik içinde ve bilişim ortamındaki büyük hızla hareket ediyor olması spekülatif amaçlı sermaye işlemlerini de etkinleştirmiş, bu durum ise belirtilen evrensel sorunların çözümü önünde yeni engeller oluşturmuştur.
Tarihteki küreselleşme dönemlerini tasniflendirme hangi yönde yapılırsa yapılsın, beliren ortak nokta makro ölçekteki söz konusu yönlendirmelerin emperyal ve hegemonya amaçlı olmalarıdır. Ekonomik, Jeopolitik, teknolojik yönleriyle bir bütün olan küreselleşme programının başlıca özelliği, ulus-devletleri ve parlamenter yapılarının karar alma yeteneklerini zayıflatması, yurttaşların refahına ilişkin yükümlülüklerini yerine getirmekte zorlanır duruma sokmasıdır. Nalan Yetim’e göre: “özellikle kültürel boyuttaki çözümlemelerde modern/geleneksel ayrımına dayanan ulus ölçekli toplumsal yapılanma anlayışı terkedilmekte, ulus-ötesi aktörlerle, mikro ölçekli yerel oluşumlar arasındaki ilişkilenmeyi güçlendiren yeni örgütlenmeler, insani gelişme anlayışları hâkim olmaya başlamaktadır.” (Yetim 2002:132)
2. Dünya Savaşı sonrasında toplanan Bretton Woods Konferansıyla oluşturulan Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) (sonradan Dünya Ticaret Örgütü olarak değişti) başlıca ulus-ötesi ekonomik aktörlerdir. 1980’lerden başlayarak liberal söylemlerini küresel ölçekte etkinleştiren bu kurumların temel argümanları, özellikle ilişkide oldukları gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak; piyasanın tam serbestîsi ilkesine dayanır. Buna göre, gelişmekte olan ekonomilerin en önemli sorunlarından olan enflasyonun başlıca nedeni, kamu harcamalarından kaynaklanan ve sürekli hale gelen bütçe açıklarıdır. Dolayısıyla talep tamamen baskı altına alınmalı, ücretler, sosyal harcamalar sınırlandırılmalı, piyasalara müdahale edilmemeli, destekler kaldırılmalı, kamu yatırımları durdurulmalıdır.
Bu ekonomik yaklaşım özelikle 1990’lı yıllarda, kamu girişimciliğinin tasfiyesi ve özelleştirme programına dönüşmüştür. İşletmelerin mülkiyet biçimi ile o işletmelerin etkinlikleri, verimlilikleri arasında ilişki olduğu iddia edilmiştir. Diğer deyişle, bir işletme, sahibi devlet ise verimsiz, özel kesim ise verimli olur biçimindeki anlayış, tüm medya olanakları da kullanılarak, tartışılmaz ve seçeneksiz bir doğru biçiminde sunulmuştur. (Oysa böyle bir iddiayı haklı çıkaracak hiçbir bilimsel dayanak, nesnel ilişki saptanamamıştır.)
Küreselleşmenin azgelişmiş ülkeler üzerindeki en belirgin sonuçlarından biri yönlendirilmemiş sermaye hareketlerinin, finans piyasaların, kontrol dışı piyasa güçlerinin etkin olmasıdır. Sermaye hareketlerinin tamamıyla reel ekonomiden kopmaktadır. Bu ortamda Merkez Bankası bağımsız bir politika (para, faiz ve döviz kuru) izleyememekte, bu şekildeki dönemsel büyüme cari işlemler ve dış ticaret açığını artırmakta, bir yandan da yurt içi faizlerin yüksek olmasına yol açmaktadır. Bu koşullara giren ulusal ekonomi çok kırılgan, çok savunmasız bir yapıya dönüşmektedir. Ulusal ekonomiler ucuz döviz kuru, yani reel olarak aşırı değerli ulusal para ve yüksek faiz cenderesine tıkanıp kalmış durumda oluyorlar. Çünkü faizlerdeki olası bir indirim yurt dışına sermaye kaçışına yol açmaktadır. Bu da krizin bir ön koşulunu yaratıyor. Öbür yanda, sıcak para girişleri, ithalatı, ithalata dayalı lüks tüketimi, dolayısıyla dış ticaret açığını yükseltmektedir. Dış ticaret açığının büyümesiyle beraber ortaya çıkan güvensizlik ortamı sermaye hareketlerinin yeniden eksi yöne dönmesine neden olmaktadır.
Küreselleşme süreci aynı zamanda, merkez ülkelerde birçok sektörde önemli düzeyde yaşanan fazla üretim sorunuyla da örtüşmektedir. Başta teknolojik gelişmelerin ve iç yapılardaki desteklerin yarattığı aşırı üretim sorunu yeni coğrafyalara, yeni pazarlara engelsiz olarak girmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu zorunluluk ise bir başka zorunluluğu gerektirmektedir: Hedef ülke pazarlarındaki üretimin tasfiyesi!
Tarım alanında gözlenenler belirtilen analizi doğrular niteliktedir. Merkez ülke ekonomilerinin tüm liberal ve serbest piyasacı söylemlere karşın, iç pazarlarında uyguladıkları destekler gerçekte yoğun bir korumacılığın sürdürüldüğünü göstermektedir.
Küreselleşme yine dünya ölçeğinde çevre sorunlarına, genlerine müdahale edilmiş, insan sağlığına zararlı tarımsal ürünlerin yaygınlaşmasına, gen teknolojili tohumların ve biyoteknolojik hayvan yemlerinin üretimine ve satışına (ki burada “deli dana “ hastalığı akla geliyor), tarım alanında tekelleşmeye yol açmıştır.
İnsan yaşamının temel ihtiyacını sağlayan tarımsal faaliyeti yalnızca kar amacına indirgeyen küreselci anlayış, oluşturduğu tekelci koşullarda bilimsel gelişmeleri de ticarileştirmiştir. Üreticilerin doğal hakları olan tohum üretimi, kullanımı, dönüştürülmesi ve saklanması, uluslararası tekellerce üretilen, bir defaya mahsus üretim yapılabilen tohumlarla engellenmektedir. Diğer deyimle, yaşamsal önemdeki gıda alanı mülkiyet konusu haline getirilmektedir.
Buna göre “Terminatör” (yokedici) geni denen bir gen tohumlara aktarılıyor. Çeşitli gen teknolojileriyle dönüştürülmüş tohumlar verimli ürün alınmasını sağlıyor. Ama bu tohumlar kullanılarak yetiştirilmiş ürünlerden ayrılan tohumlardan bu terminatör geni nedeniyle bir daha ürün alınamıyor bir anlamda bitki intihar ediyor. Her dönem bu şirketlerden tohum almak zorunlu hale geliyor. (YILDIZOĞLU 1999)
Ayrıca ekosistemlere verilen zararın büyük bir kısmının son 30 yıl içinde oluştuğu, bu dönemin ise etkin sulama, yoğun gübreleme ve güçlendirilmiş bitki türlerinin kullanılmaya başlandığı bir süreçle (yeşil devrim) örtüştüğü görülmektedir. FAO kaynaklarına göre, 1961–1996 yılları arasında küresel gübre kullanımı 31 milyon tondan 135 milyon tona çıkmıştır. Kuşkusuz bilimsel çalışmalar sonucunda tarımsal verimlilik de olağanüstü artmış, dünya nüfus artışına rağmen kötü beslenme de azalmıştır. Ancak bu iyileşmenin bilim ve teknolojideki ilerlemelerle aynı oranda olduğunu söylemek güçtür. Bunun nedeni de sorunun kaynağının üretim yetersizliğiyle değil, bölüşüm ilişkilerindeki dengesizliklerle ilgili olmasıdır. Kaldı ki üretimdeki artış da yeterli düzeyde değildir.
Bir görüşe göre, tarımsal üretimin artırılması için tarım ürünlerinde genetik modifikasyon yapılarak, bunların istenen özelliklere ulaştırılması gereklidir, sakıncasızdır. Ancak, karşı görüşte olanlarca da biyoteknolojinin tarımda kullanılması biyolojik çeşitlilik için bir tehdit oluşturduğu düşünülmektedir. Tarımsal verimliliği artırma çabalarıyla, yaşam kalitesinin, doğayla uyumun dengeli bir yaklaşımla birlikte ele alınmasının (sürdürülebilir tarım) zorunlu olduğu açıktır. (ZÜLAL 1999)

Tablo 1
TAHIL ÜRETİMİNDE KULLANILAN ALAN (Ha)
YILLAR
DÜNYA
AVRUPA BİRLİĞİ
TÜRKİYE
1995
602.725.671
35.134.053
13.784.000
1996
616.491.391
36.255.385
13.914.350
1997
613.959.138
37.312.884
13.945.000
1998
590.541.780
36.528.252
14.051.500
1999
583.415.796
35.646.460
13.907.000
2000
583.759.372
36.778.870
13.942.600
2001
584.576.110
35.572.587
13.889.500
2002
576.142.479
37.543.110
13.765.000
KAYNAK:Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (DİE-FAO)

Dünyada tahıl üretiminde kullanılan alanlarda azalma gözlenirken, Avrupa Birliği’nde küçük de olsa artış, Türkiye’de ise azalış söz konusudur. (Tablo 1) Bunun yanı sıra dünyada ve Türkiye’de tahıl üretimi hemen hemen aynı miktarda sürmüş, Avrupa Birliği’ndeki tahıl üretimi ise artmıştır. (Tablo 2,3,4) Tahıl üretim alanlarındaki azalışa rağmen üretim miktarının korunması verimlilikteki artışla ilgilidir. Avrupa Birliği’nde hem ekim alanları hem de buna paralel olarak verimliliğin ve iç piyasada korumacı mekanizmanın da etkisiyle üretim artmıştır.

Tablo 2
YILLAR
DÜNYA TAHIL ÜRETİMİ (MT TON)
1995
1.806.587.481
1996
1.952.332.671
1997
1.992.122.204
1998
1.970.199.428
1999
1.968.212.218
2000
1.945.387.349
2001
1.998.352.520
2002
1.930.231.625
KAYNAK:Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (DİE-FAO)

Tablo 3
YILLAR
AVRUPA BİRLİĞİ TAHIL ÜRETİMİ (MT TON)
1995
175.769.814
1996
203.294.061
1997
202.107.774
1998
207.393.441
1999
198.470.046
2000
209.323.422
2001
186.466.274
2002
207.763.000
KAYNAK:Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (DİE-FAO)

Tablo 4
YILLAR
TÜRKİYE TAHIL ÜRETİMİ (TON)
1995
28.040.000
1996
29.188.000
1997
29.610.000
1998
33.031.000
1999
28.724.000
2000
32.084.000
2001
29.401.000
2002
30.161.500
KAYNAK:Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (DİE-FAO)

Öztin Akgüç küreselleşmenin ekonomi üzerindeki etkilerini şöyle sıralıyor: “Serbest Pazar ekonomisine geçiş, dışa açılma, ihracat çekişli büyüme, kamu kesiminin ekonomideki ağırlığını azaltma, özelleştirme, finansal sistemin serbestleştirilmesi, bankacılık kesimine girişin kolaylaştırılması, banka dışı finans kuruluşlarının geliştirilmesi, esnek faiz ve döviz kuru uygulaması, kambiyo kontrollerinin ve sermaye hareketlerindeki kısıtlamaların kaldırılması en azından hafifletilmesi, Türkiye’de yerleşik kişilerin de döviz tevdiat hesabı açabilmeleri, sermaye piyasasının oluşturulması, İstanbul Menkul Kıymet Borsası’nın (IMKB) yeniden düzenlenerek faaliyete geçmesi, gerek yerli gerek yabancı özel yatırımların özendirilmesi, vergi teşvikleri indirimleri nedeniyle azalan kamu gelirleri nedeniyle kamu harcamalarının ağırlıklı olarak borçlanması ile fonlanması” (AKGÜÇ 2002: 6)
Görüldüğü gibi ülkemiz küreselleşmenin etkilerine açık bir durumda kalmıştır. Bu nedenle de ekonomik yapıda önemli değişimler yaşanmış, nüfus ve üretim içindeki payının yüksekliği nedeniyle tarım sektörü de bu değişimlerden büyük ölçüde etkilenmiştir. Türkiye’deki düşük maliyetli ve engelsiz koşullar uluslararası sermayeye çekici gelmektedir. Liberal ekonomi teorisyenleri tarafından savunulan “karşılaştırmalı üstünlükler” yaklaşımı bile azgelişmiş ekonomiler için uygun görülmemektedir. (YELDAN) Türkiye örneğinde bu konudaki en somut karar çok kısa bir süre içinde (15 gün) çıkarılan 15 yasa ile getirilen düzenlemelerdir. Söz konusu yasalarla başta şeker, tütün, pamuk, komünikasyon, enerji gibi alanlarda ve ilişkili oldukları kesimlerde ülke ekonomisinin üretim olanakları eğrisi üzerine çok önemli sınırlamalar ve engeller oluşmuştur.
Aslında Türkiye için süreç, Tokyo Raundunda (1973–1979) “kamu satın almalarının” sınırlanarak, tarımsal desteklerin azaltılarak, “taban fiyatların aşağı çekilmesi” yönünde alınan kararların, 24 Ocak 1980 dönüşümünün dışa açık büyüme, dünya piyasalarıyla bütünleşme yaklaşımında somutlaşan koşullarında IMF tarafından Türkiye’ye benimsetilmesiyle başlamıştır.
Dünya Ticaret Örgütü’nü (WTO) kuracak olan Uruguay Raundunda (1986–1994) “tarımsal desteklerin azaltılması” kararı güçlenmiştir. Tarım konusundaki hedef ilki Seattle’da (1999) toplanarak, karar almadan dağılan Milenyum Raundunun 1 inci Maddesinde” tarımda tam serbestleşme” olarak yer almıştır. Bu hedef Doğrudan Gelir Desteği (DGD) ile ilişkilendirilerek, destekleme politikalarının 2001–2002 yılına kadar kaldırılacağını Türkiye adına yükümlenen 9 Aralık 1999 tarihli “niyet mektubu”na girmiştir (GÜNAYDIN 2002: 22)
Meksika/Cancun’da 10-14 Eylül 2003 tarihleri arasında düzenlenen DTÖ-Dünya Ticaret Örgütü 5. Bakanlar Konferansının gelişimi yukarıda anılan Millenium Raundu girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla ilgilidir. Bu kez 2001 yılı Kasım’ında Katar/DOHA’da WTO 4.Bakanlar Konferansı toplanmış ve Kalkınma Raundu resmiyete kavuşturulmuştur. 2005 yılında bitirilmesi hesaplanan “Kalkınma Raundu”nda ortaya çıkabileceği öngörülen sorunların giderilmesi ve daha önemlisi direnç noktalarının tespit edilmesi için yeni raundun tam ortasına denk düşen bir Bakanlar Konferansının yapılması daha Katar’da karar altına alınmıştır.
Ancak “tarım konusunda ABD ve AB’nin hazırladığı karar tasarısı, gelişmekte olan ülkelerin Brezilya, Çin, Güney Afrika, Hindistan, Meksika ve Tayland gibi prestijli üyelerini içeren bir grubu tarafından reddedildi. (…)Ve Cancun Konferansı, esas itibariyle tarım politikalarındaki anlaşmazlık nedeniyle, bir sonuç belgesi çıkaramadan, başarısızlıkla son buldu.” (BORATAV 2003)
Ayrıca, ülkemiz açısından bakıldığında da, 1999’da TBMM’de onaylanan Çok Taraflı Yatırım Anlaşması-MAI’nin küresel sermayeye tam serbestlik, ulus-devletlere ise küresel sermayeye elverişli koşullar sağlama yükümlülüğü getirdiği görülmektedir.
Tarım sektörü, bütün serbest piyasa telkinlerine rağmen sosyal, ekonomik ve stratejik nedenlerle dünyanın her tarafında desteklenen çok önemli bir sektördür. Yukarıda da belirtildiği gibi, yeni pazarların üretim koşullarını tasfiye yönündeki uygulamalar kamuoyuna, uyum ve bütünleşme (entegrasyon) gerekliliği olarak sunulmaktadır. Tarımsal desteklerin merkez ülke ekonomilerinde yüksek refah düzeyine rağmen, sosyal dinamikler açısından önemli bir araç; çevre ülkelerde ise bütçe üzerinde enflasyonist bir yük olarak algılanması ise ayrıca anlamlandırılması gereken bir ayrıntıdır.
1990 öncesi yıllık ortalama % 3-3,5 düzeyinde büyüme gösteren tarım sektöründe büyüme hızı 1990 sonrasında yıllık ortalama binde 6’ya gerilemiştir. Tarım kesiminde yavaşlayan büyüme, tarımın GSMH içindeki payının cari fiyatlarla 2001 yılında % 13,1’e değin düşmesine yol açmıştır. Tarım sektörü yatırımlarının payı 1980’li yılların başlarında yaklaşık % 10 düzeyinde iken özellikle 1990’lı yılların başlarından sonra daha hızlı düşme eğilimine girerek 2001 yılında % 4,2’ye değin gerilemiştir. (AKGÜÇ 2002: 10-16)




Tablo 5

TARIMSAL DESTEKLERİN GSMH'YA ORANI
YILLAR
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
GSMH (MİLYAR TL)CARİ FİYATLARLA
7.854.887
14.978.067
29.393.262
53.518.332
78.282.967
125.596.129
179.480.078
GSMH (MİLYAR DOLAR)
171,7
183,7
193,2
204,8
186,6
200,5
146,1
TOPLAM DESTEK (MİLYAR DOLAR)
5,1
2,7
3,4
3,2
2,9
1,4
1,8
DESTEĞİN GSMH'YA ORANI (%)
3,0
1,5
1,8
1,6
1,6
0,7
1,2
KAYNAK:Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (DPT-TKB-HAZİNE MÜSTEŞARLIĞI)

Öte yandan tarımın genel ihracattaki payı 1980’den başlayarak sürekli düşüş göstermiş, genel ithalata oranı ise artış içinde olmuştur. İhracat ve İthalat tutarlarında sürekli artış gözlenmekle birlikte ithalattaki artış daha hızlı gerçekleşmektedir. 1980 yılında tarımın genel ihracat içindeki payı %57,46 iken 1985’de %21’e, 1995’te %9,86’ya, 2003’te ise %5,41’e düşmüştür. Tarım ürünleri ithalatının genel ithalata oranı ise 1980 yılında %0,64 iken, 1989’da %6,59’a, 1995’te %6,84’e yükselmiş, 2003 yılında ise %3,73 olarak gerçekleşmiştir. İkinci göstergenin önemi Türkiye’nin küreselleşme sürecinin başlarında kendine yeterli bir tarım ülkesi olma niteliğinden kaynaklanmaktadır.
Bir diğer gerileyiş konusu da toplam tarımsal alandır. 1970 yılında 27.338.000 (Ha) olan tarım alanı, 1980 ‘de 28.175.000 (Ha)’a kadar artmışken, 1985’te 27.506.000 (Ha)’a, 1995’te 26.834.000 (Ha)’a ve 2002 yılında ise 26.579.000 (Ha)’a kadar gerilemiştir. (www.tarim.gov.tr)
Tarımsal desteklerin GSMH içindeki payı 1995 yılında % 3 iken, hemen ardından 1996 yılında % 1,5 oranına düşmüştür. 1999’a kadar yaklaşık bu oranda süren desteklerin payı 2000 yılında % 0,7’ye kadar düşmüş, 2001’de ise %1,2 olmuştur. (Tablo 5)
Ülkemizde tarımsal destekleme miktarı, gelişmiş ülkelere göre çok yetersizdir. Üretici başına ABD’de 20 bin $, AB’de 8 bin $ olan tarımsal destekleme miktarı, ülkemizde sadece 230 $’dır. (OECD, 2003) Bu büyük fark önemli ölçüde bizdeki tarımsal nüfusun fazlalığından kaynaklanmakla beraber, diğer yaklaşım biçimlerine göre de sonuç değişmemektedir. Birim alana değerler dikkate alındığında da destekleme miktarımız şöyledir: Hektar başına destekleme miktarı ABD’de 94 $, AB’de 504 $ ve ülkemizde ise 36 $ düzeyindedir. Hatta ABD’de son çıkarılan Tarım Kanunu, 2002 yılından itibaren beş yıl için bu ülkede verilecek tarımsal destek miktarını 30 milyar $ artırmaktadır
Bu veriler de gelişmiş merkez ekonomilerin, her fırsatta işledikleri, belgelerde, temel metinlerinde yer alan tüm serbest piyasa telkinlerinin ve zaman zaman da dayatmalarının tersine üreticileri ve iç piyasaları için son derece kararlı bir koruma politikası izlediklerini çok açık biçimde ortaya koymaktadır.

Küresel ekonomi Türkiye’de hayvancılık sektörü için de milat oluşturmuştur. “1980 yılından buyana ülkemizdeki tavuk sayısı 60 milyondan 260 milyona çıkarken, büyükbaş hayvan varlığımız 17 milyondan 10.8 milyona, küçükbaş hayvan varlığımız ise 67.6 milyondan 35.8 milyona düşmüştür. Ekonomik anlamda kanatlı yetiştiriciliği ancak karma yem kullanımı ile mümkün olduğu için kanatlı hayvan sayısındaki artışa bağlı olarak karma yem kullanımında da artış gözlenmektedir. (…)Buna karşın günümüzde büyükbaş ve küçükbaş hayvan yemlerinin tüketim düzeyi 1989 yılındaki tüketim düzeyini ancak yakalayabilmiştir. Bunun başlıca nedenleri; büyükbaş ve küçükbaş hayvan varlığımızın sayıca azalması, bu kesimdeki yetiştiricilerimizin karma yem kullanma bilinci ve alışkanlığının yetersiz olması, ürüne göre yemin pahalı olması ve teşvik uygulamalarının kaldırılmasıdır. Nitekim karma yeme teşvik uygulanan yıllarda bu grupta çok büyük artış sağlanırken, teşvikin kaldırılması ile gerileme ortaya çıkmıştır. Karma yem sanayinde talep yetersizliği nedeniyle sektör %40’ın altında bir kapasitesi ile çalışmaktadır. Kapasite kullanımının arttırılması için yeni fabrikaların açılması yerine mevcut fabrikaların kapasite kullanımlarının arttırılması gerekmektedir. Bugün, büyük ve küçükbaş hayvanlarımızın ancak üçte biri tarafından karma yem tüketilmektedir.” (KUTLU, GÜL, GÖRGÜLÜ)

Gene tarım sektöründe 2003 yılında ortalama %2,5 küçülme yaşanmış, 2004 yılının ilk 3 aylık döneminde ekonomideki büyüme %12,4 olurken, aynı dönemde tarım sektöründe %7,5 küçülme gerçekleşmiştir.

Tarım sektöründeki refah kaybı aynı zamanda toplumsal sorunların ağırlaşmasına da yol açabilmektedir. Büyük kentlere göç eden kitleler çarpık kentleşmenin, sağlık ve eğitim imkânlarının daralmasına ve suç oranının artmasına neden olabilmektedir.
Belirtilen bu verilerin tanıklığında, 1980’li yıllarla başlayan küreselleşmenin, azgelişmiş ülkeler için iddia edilen (bilgi toplumu, refah artışı, verimlilik, v.b. gibi) olumlu argümanlardan çok, olumsuz yanlarıyla ve çok köklü yapısal değişiklikler biçiminde etkisini gösteren bir süreç olduğu söylenebilir. Merkez ülkelerin çifte standartlı tavırları da ulusal yararın hangi yaklaşımda bulunduğunu kanıtlar niteliktedir. Başlıca ulus-ötesi ekonomik aktörlerin, (bu kurumlarda üst düzeyde görev yapmış Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz’in de vurguladığı) program amaçlarının niteliği ve bu programların yöneldiği hegemonya düşüncesi iyi kavranmalıdır. Diğer bir deyişle, çevre ülkeler ulusal kararlarını alırken yapılması istenenleri değil, kendi ülkeleri için yaptıklarını politika olarak benimseyip uygulamalıdırlar. Aksi halde ekonomilerin içinde olduğu kırılgan yapı daha da duyarlı bir duruma gelecektir ki, bu defa giderilmesi çok daha zor kriz koşulları içine düşülebilir. Dünyadaki tarımsal fiyat artışlarından (örneğin Çin’deki gıda fiyatları artışı) etkilenme düzeyi çok yüksek olabilir.



KAYNAKLAR
AKGÜÇ Öztin 2002 “Küreselleşme Olgusunun Türk Ekonomisine Etkisi”, Cumhuriyet ve Küreselleşme, (Haz. Suna KİLİ), Kültür Bak. Yay.
BORATAV Korkut 2003 “Cancun’daki Tıkanma Üzerine Çeşitlemeler”,
www.bagımsızsosyalbilimciler.org, 6 Ekim
GÜNAYDIN Gökhan 2002 “Küreselleşme ve Türkiye Tarımı”, TMMOB ZMO Yay.
KONGAR Emre 2002 “Üçüncü Küreselleşme Ne Getirecek”, www.kongar.org
ORAN Baskın “Hangi Küreselleşme?”,
www.stratejik.yildiz.edu.tr
YETİM Nalan 2002 “Küresel Üretim Yapılanmasına Kültürel Yanıtlar” Doğu Batı derg., S.18
DPT 2000. “Tarımsal Politikalar ve Yapısal Düzenlemeler”. Özel İhtisas Komisyonu Raporu, http://ekutup.dpt.gov.tr/tarim/oik534.pdf.
KUTLU Hasan Rüştü, A. GÜL, M. GÖRGÜLÜ “Türkiye Hayvancılığı; Hedef 2023-Sorunlar, Çözüm Yolları ve Politika Arayışları – ziraat.cu.edu.tr
www.tarim.gov.tr
YELDAN Erinç “Günde Hepimizin Üç Beş Defa Kullandığı Bir Kavram: Kriz”, www.bilkent.edu.tr
YILDIZOĞLU Ergin 1999 Cumhuriyet, 24.Mayıs
2003 “İki Hegemon”,
www.bagımsızsosyalbilimciler.org, 1 Aralık
ZÜLAL Aslı 1999 “Sürdürülebilir Tarım”, Bilim ve Teknik dergisi, Mayıs



GIDA GÜVENLİĞİ BESLENMENİN ÖN KOŞULU

GÜNAY GÜNER

Dünyada bugün 852 milyon aç insan var. Her yıl 6 milyon çocuk açlıktan ve önlenebilir hastalıklardan ölüyor. Teknolojik ve bilimsel gelişmeler göz önüne alındığında sorunun, gıda yetersizliğinden değil, bölüşüm ilişkilerindeki bozukluktan ve dengesizlikten kaynaklandığı görülmektedir. Yıllık dünya buğday üretimi yaklaşık 627 milyon ton, mısır üretimi 721 milyon ton, pirinç üretimi ise 606 milyon tondur.(FAO, 2004 verileri) Bu temel gıda maddelerinin kabaca toplamı 1.954 milyon olmaktadır. Dünya nüfusunu 6,5 milyar aldığımızda kişi başına yılda 0,30 ton (300 kg), 7 milyar alındığında ise, 0,27 ton (270 kg) yalnızca tahıl türü gıda düşer. (Tohumluk olarak ayrılan miktar çok olumsuz bir etki yaratmaz.) Kaldı ki bu ortalama miktar, görüldüğü gibi, tamamen birebir dağılım varsayımının sonucudur. Geliştirilebilecek diğer yöntemleri içermemektedir. “Küresel olarak tarımsal üretime bakıldığında yeterli gıdanın varlığından söz etmek mümkündür. Ancak, bu gıdalar bölgeler arasında dengeli dağılmamaktadır. Bu dengesiz dağılım özellikle yüksek nüfuslu Asya ve Afrika ülkelerini (hatta bazı Latin Amerika ülkelerini GG) giderek artan tehlike altında bırakmaktadır.”(Dölekoğlu, 2004:160) Ayrıca bu ülkelerin ekonomi politikalarının uluslararası finans kuruluşlarının kontrolü ve yönlendirmesi altında bulunması da, söz konusu, felaket boyutundaki olumsuzluğun temel nedenlerindendir.
Dünyadaki açlık ve yetersiz beslenme sorunuyla ilgili olarak 185 ülke ve Avrupa Birliği’nden temsilcilerin katılımıyla 1996 yılında Roma’da Dünya Gıda Zirvesi yapılmış, zirve sonunda Dünya Gıda Güvencesi Roma Deklarasyonu ve Dünya Gıda Zirvesi Eylem Planı kabul edilmiştir.
1996 Dünya Gıda Zirvesi’nde dünyadaki aç insan sayısını 2015 yılında yarıya indirme gibi önemli bir karar alınmışsa da (FAO, 1996) yapılanlar, açlık sorununun gelişmiş ekonomilerin öncelikleri arasında yer almaması nedeniyle yetersiz kalmıştır. 2002 yılında gene Roma’da bir Dünya Gıda Zirvesi daha yapılmış, burada da aynı amaçla, bir türlü gerçekleşemeyen kararlar alınmıştır.
Yukarıda anılan zirvede gıda güvenliği; “bir ailedeki tüm bireylerin, fiziksel, sosyal ve ekonomik olarak yeterli ve sağlıklı gıdaya ulaşabildiği ve bu konumunu koruduğu durum” olarak tanımlanmıştır. Bir diğer kaynakta da gıda güvenliği için “her insanın sağlıklı yaşayabilmesi ve faaliyetlerini sürdürebilmesi için her zaman yeterli ve dengeli gıdaya erişme hakkıdır” tanımına yer veriliyor. Buna göre gıda güvencesinin temel dayanağı gıdanın bulunabilirliği ve elde edilmesi, diğer bir deyişle satın alınabilirliğidir (Dölekoğlu, 2004:160)
Gıda güvenliğinin bir diğer boyutu da gıda sektöründeki uluslararası tekelleşme eğilimlerinin yarattığı sonuçlarla ilgilidir. Günümüzde gıda tekellerinin kar maksimizasyonu amaçlı piyasasal ve teknolojik operasyonları, genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO), kendini imha eden (intihar olarak da biliniyor) tohumlar, hayvan kemiğinden yapılan yemlerin hayvanlara yedirilmesi (bir tür yamyamlık) ile ortaya çıkan deli dana hastalığı, ülkelerin üretmeleri yerine dışardan satın almaları yönünde telkinler biçiminde somutlaşıyor. Doğal süreçlere bu tür müdahalelerin insan sağlığı üzerinde ne tür etkiler yarattığı bir türlü açıklık kazanamamaktadır! Üretimden çekilen ülkelerin nesiller boyu üretim yeteneklerini de, dolayısıyla beslenme olanaklarını da yitirecekleri, pek de üzerinde durulmayan bir gerçektir.
Türkiye’de gıda güvenliği sorununda koşullar ne yazık ki çok olumsuzdur. Üretici, tüketici ve diğer kesimler yönünden gerekli hak bilincini oluşturup benimsetmek hala gündemdeki en temel konulardandır. Kural toplumu niteliklerini kazanma yolunda yeterli gelişme sağlanamamaktadır. Pazar yerlerinde açıkta her tür yiyecek satılmakta-alınmakta, lokantalarda ve diğer işletmelerde son derece tıbbi ve sağlığa uygunluk yönünden sakıncalar taşıyan koşullarda üretim yapılmaktadır. Özellikle son yirmi beş yıllık süreç içinde yaşanan ekonomik krizlerin de etkisiyle halkın gıda alışkanlıklarında tahıl oranı daha da artmıştır. Sözgelimi yıllara göre makarna tüketimi (makarna üretiminin düştüğü yıllarda da) sürekli bir artış göstermiştir. (Anaç, 2004:43) Bu durum da bir tür beslenme bozukluğu, gıda güvenliği sorunu sayılabilir.
Türkiye’de gıda alanında yaklaşık 30.000 işletme varken, bu sayının ancak 2.000 kadarı gıda güvenliği ölçütlerine uygundur. Var olan işletmelerin büyük bölümü yeterli üretim, teknoloji, verimlilik, kalite, personel ve rekabet gücünden yoksundur.
Türkiye’de özellikle son yıllarda bir dizi önlem çalışması gerçekleştirilmiş, büyük ölçüde birikim ve belge oluşmuştur. “Ulusal Gıda ve Beslenme Stratejisi Çalışma Grubu Raporu”, “560 sayılı Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararname”, “5179 sayılı Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun”, “Ulusal Tarımsal Kalkınma Stratejisi-Hedef 2010”, “Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları 2003-2023 Strateji Belgesi”, “Türkiye Ulusal Sağlık Programı”, “4703 Sayılı, Ürünlere İlişkin Teknik Mevzuatın Hazırlanması ve Uygulanmasına Dair Kanun (Çerçeve Kanunu)”, “Türk Gıda Kodeksi Yönetmeliği”, “Gıda Güvenliği Eylem Planı” sürece ilişkin belgelerden bazılarıdır.
Yukarıda bir bölümüne değinilmeye çalışılan ulusal belgeler, planlara, politikalara dönüştürülmek ve uygulanmak içindir. Söz konusu belgeler kâğıt üstünde kalmamalıdır. Halkımızın, üreticilerin ve denetimle yükümlü kamu otoritelerinin ortak bir bilinçlenme sürecinden geçmesi; halk sağlığı için gerekli önlemlerin alınması, düzenlemelerin yapılması, kuralların kararlılıkla yaşama geçirilmesi zorunluluktur.

Kaynaklar
Anaç Hakan, . 2004, “Makarna Sanayi”, TEAE Bakış 2003, (Ed.Alkan Demir), TEAE Yay.
Dölekoğlu, C. Özçiçek. 2004, “Gıda Güvencesi”, TEAE Bakış 2003, (Ed.Alkan Demir), TEAE Yay.
FAO, 1996 “World Food Summit”,
http://www.fao.org/documents/

(Cumhuriyet gazetesi Tarım ve Hayvancılık dergisinin ekim 2006 sayısında yayımlanmıştır.)