GÜNAY GÜNER
Toplumsal gelişmelerin anlaşılmasına yönelik çabalar bilimsel, dolayısıyla nesnel bir bakışı zorunlu kılar. Tersi anlayışlar düzeltilmesi uzun zaman alacak önyargıların, bilinç tahribatının, yanlış kararların, bilim dışı yargıların oluşmasına yol açabilir. Ülke yararı, ulus refahı söz konusu olduğunda böylesi durumlarda ödenecek bedel daha da ağır olabilir.
Son yirmi yıldan bu yana insanlığın, başta bilinç yapısı olmak üzere, bütünlüğünü oluşturan değerler dizisi, küreselleşme (globalizm) olgusuyla birlikte büyük bir etki ve yönlendirme altında bulunmaktadır Küreselleşme dünyayı, uzaydan bakıyormuşçasına bir bütün olarak algılamayı ifade ettiği kadar, o bütüne egemen olmayı da ifade etmektedir. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, denge durumunu ortadan kaldırmasıyla son küreselleşme atağını da kolaylaştırmıştır. Son küreselleşme diyorum; çünkü tarihte başka küreselleşme dalgaları belirlemek de olanaklı. Emre Kongar’a göre: “Birinci küreselleşme dalgası Tarım Devrimi ile geldi. (…) Tarım Devrimi ile ana üretim aracı haline gelen toprak değer kazanınca, toprağı zaptetmek ve korumak, birinci küreselleşme dalgasının esas amacı oldu.” Ardından ikinci küreselleşme dalgasını Endüstri Devrimi’nin, üçüncü (içinde olduğumuz) dalgayı ise İletişim-Bilişim Devrimi’nin oluşturduğunu belirtmektedir. (KONGAR 2002) Baskın Oran ise biraz daha farklı bir tasnifleme yoluna gitmektedir. Oran’a göre, birinci küreselleşme denizcilikteki gelişmelerin belirlediği merkantilist dönemdedir. İkinci küreselleşme sanayileşme dönemiyle; üçüncüsü ise çokuluslu şirketlerle, iletişim devrimiyle ve SSCB’nin yıkılması dolayısıyla, Batı’nın 1990’lı yıllarda rakipsiz kalmasıyla ilgilidir. (ORAN)
Günümüzde küreselleşme bilgi toplumu, iletişim-bilişim devrimi gibi kavramlarla birlikte düşünülmektedir. Gerçekten de teknolojik ilerleme olağanüstü bir ivme kazanmış, bilgisayar yaygınlaşmış, yerküre bilişim ağıyla birbirine bağlanmıştır. Hatta küreselleşmenin söz konusu teknik gelişmenin sonucu oluştuğu bile söylenebilir. Ancak açlık, yoksulluk, eğitimsizlik, sağlık gibi insanlığın “küresel” ve yaşamsal sorunlarında, tanık olunan teknolojik gelişmeyle orantılı bir iyileşme sağlanamamıştır. Aksine üretim faktörlerinden emek serbest dolaşım yeteneğinden yoksunken, sermayenin tam bir serbestlik içinde ve bilişim ortamındaki büyük hızla hareket ediyor olması spekülatif amaçlı sermaye işlemlerini de etkinleştirmiş, bu durum ise belirtilen evrensel sorunların çözümü önünde yeni engeller oluşturmuştur.
Tarihteki küreselleşme dönemlerini tasniflendirme hangi yönde yapılırsa yapılsın, beliren ortak nokta makro ölçekteki söz konusu yönlendirmelerin emperyal ve hegemonya amaçlı olmalarıdır. Ekonomik, Jeopolitik, teknolojik yönleriyle bir bütün olan küreselleşme programının başlıca özelliği, ulus-devletleri ve parlamenter yapılarının karar alma yeteneklerini zayıflatması, yurttaşların refahına ilişkin yükümlülüklerini yerine getirmekte zorlanır duruma sokmasıdır. Nalan Yetim’e göre: “özellikle kültürel boyuttaki çözümlemelerde modern/geleneksel ayrımına dayanan ulus ölçekli toplumsal yapılanma anlayışı terkedilmekte, ulus-ötesi aktörlerle, mikro ölçekli yerel oluşumlar arasındaki ilişkilenmeyi güçlendiren yeni örgütlenmeler, insani gelişme anlayışları hâkim olmaya başlamaktadır.” (Yetim 2002:132)
2. Dünya Savaşı sonrasında toplanan Bretton Woods Konferansıyla oluşturulan Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) (sonradan Dünya Ticaret Örgütü olarak değişti) başlıca ulus-ötesi ekonomik aktörlerdir. 1980’lerden başlayarak liberal söylemlerini küresel ölçekte etkinleştiren bu kurumların temel argümanları, özellikle ilişkide oldukları gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak; piyasanın tam serbestîsi ilkesine dayanır. Buna göre, gelişmekte olan ekonomilerin en önemli sorunlarından olan enflasyonun başlıca nedeni, kamu harcamalarından kaynaklanan ve sürekli hale gelen bütçe açıklarıdır. Dolayısıyla talep tamamen baskı altına alınmalı, ücretler, sosyal harcamalar sınırlandırılmalı, piyasalara müdahale edilmemeli, destekler kaldırılmalı, kamu yatırımları durdurulmalıdır.
Bu ekonomik yaklaşım özelikle 1990’lı yıllarda, kamu girişimciliğinin tasfiyesi ve özelleştirme programına dönüşmüştür. İşletmelerin mülkiyet biçimi ile o işletmelerin etkinlikleri, verimlilikleri arasında ilişki olduğu iddia edilmiştir. Diğer deyişle, bir işletme, sahibi devlet ise verimsiz, özel kesim ise verimli olur biçimindeki anlayış, tüm medya olanakları da kullanılarak, tartışılmaz ve seçeneksiz bir doğru biçiminde sunulmuştur. (Oysa böyle bir iddiayı haklı çıkaracak hiçbir bilimsel dayanak, nesnel ilişki saptanamamıştır.)
Küreselleşmenin azgelişmiş ülkeler üzerindeki en belirgin sonuçlarından biri yönlendirilmemiş sermaye hareketlerinin, finans piyasaların, kontrol dışı piyasa güçlerinin etkin olmasıdır. Sermaye hareketlerinin tamamıyla reel ekonomiden kopmaktadır. Bu ortamda Merkez Bankası bağımsız bir politika (para, faiz ve döviz kuru) izleyememekte, bu şekildeki dönemsel büyüme cari işlemler ve dış ticaret açığını artırmakta, bir yandan da yurt içi faizlerin yüksek olmasına yol açmaktadır. Bu koşullara giren ulusal ekonomi çok kırılgan, çok savunmasız bir yapıya dönüşmektedir. Ulusal ekonomiler ucuz döviz kuru, yani reel olarak aşırı değerli ulusal para ve yüksek faiz cenderesine tıkanıp kalmış durumda oluyorlar. Çünkü faizlerdeki olası bir indirim yurt dışına sermaye kaçışına yol açmaktadır. Bu da krizin bir ön koşulunu yaratıyor. Öbür yanda, sıcak para girişleri, ithalatı, ithalata dayalı lüks tüketimi, dolayısıyla dış ticaret açığını yükseltmektedir. Dış ticaret açığının büyümesiyle beraber ortaya çıkan güvensizlik ortamı sermaye hareketlerinin yeniden eksi yöne dönmesine neden olmaktadır.
Küreselleşme süreci aynı zamanda, merkez ülkelerde birçok sektörde önemli düzeyde yaşanan fazla üretim sorunuyla da örtüşmektedir. Başta teknolojik gelişmelerin ve iç yapılardaki desteklerin yarattığı aşırı üretim sorunu yeni coğrafyalara, yeni pazarlara engelsiz olarak girmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu zorunluluk ise bir başka zorunluluğu gerektirmektedir: Hedef ülke pazarlarındaki üretimin tasfiyesi!
Tarım alanında gözlenenler belirtilen analizi doğrular niteliktedir. Merkez ülke ekonomilerinin tüm liberal ve serbest piyasacı söylemlere karşın, iç pazarlarında uyguladıkları destekler gerçekte yoğun bir korumacılığın sürdürüldüğünü göstermektedir.
Küreselleşme yine dünya ölçeğinde çevre sorunlarına, genlerine müdahale edilmiş, insan sağlığına zararlı tarımsal ürünlerin yaygınlaşmasına, gen teknolojili tohumların ve biyoteknolojik hayvan yemlerinin üretimine ve satışına (ki burada “deli dana “ hastalığı akla geliyor), tarım alanında tekelleşmeye yol açmıştır.
İnsan yaşamının temel ihtiyacını sağlayan tarımsal faaliyeti yalnızca kar amacına indirgeyen küreselci anlayış, oluşturduğu tekelci koşullarda bilimsel gelişmeleri de ticarileştirmiştir. Üreticilerin doğal hakları olan tohum üretimi, kullanımı, dönüştürülmesi ve saklanması, uluslararası tekellerce üretilen, bir defaya mahsus üretim yapılabilen tohumlarla engellenmektedir. Diğer deyimle, yaşamsal önemdeki gıda alanı mülkiyet konusu haline getirilmektedir.
Buna göre “Terminatör” (yokedici) geni denen bir gen tohumlara aktarılıyor. Çeşitli gen teknolojileriyle dönüştürülmüş tohumlar verimli ürün alınmasını sağlıyor. Ama bu tohumlar kullanılarak yetiştirilmiş ürünlerden ayrılan tohumlardan bu terminatör geni nedeniyle bir daha ürün alınamıyor bir anlamda bitki intihar ediyor. Her dönem bu şirketlerden tohum almak zorunlu hale geliyor. (YILDIZOĞLU 1999)
Ayrıca ekosistemlere verilen zararın büyük bir kısmının son 30 yıl içinde oluştuğu, bu dönemin ise etkin sulama, yoğun gübreleme ve güçlendirilmiş bitki türlerinin kullanılmaya başlandığı bir süreçle (yeşil devrim) örtüştüğü görülmektedir. FAO kaynaklarına göre, 1961–1996 yılları arasında küresel gübre kullanımı 31 milyon tondan 135 milyon tona çıkmıştır. Kuşkusuz bilimsel çalışmalar sonucunda tarımsal verimlilik de olağanüstü artmış, dünya nüfus artışına rağmen kötü beslenme de azalmıştır. Ancak bu iyileşmenin bilim ve teknolojideki ilerlemelerle aynı oranda olduğunu söylemek güçtür. Bunun nedeni de sorunun kaynağının üretim yetersizliğiyle değil, bölüşüm ilişkilerindeki dengesizliklerle ilgili olmasıdır. Kaldı ki üretimdeki artış da yeterli düzeyde değildir.
Bir görüşe göre, tarımsal üretimin artırılması için tarım ürünlerinde genetik modifikasyon yapılarak, bunların istenen özelliklere ulaştırılması gereklidir, sakıncasızdır. Ancak, karşı görüşte olanlarca da biyoteknolojinin tarımda kullanılması biyolojik çeşitlilik için bir tehdit oluşturduğu düşünülmektedir. Tarımsal verimliliği artırma çabalarıyla, yaşam kalitesinin, doğayla uyumun dengeli bir yaklaşımla birlikte ele alınmasının (sürdürülebilir tarım) zorunlu olduğu açıktır. (ZÜLAL 1999)
Tablo 1
TAHIL ÜRETİMİNDE KULLANILAN ALAN (Ha)
YILLAR
DÜNYA
AVRUPA BİRLİĞİ
TÜRKİYE
1995
602.725.671
35.134.053
13.784.000
1996
616.491.391
36.255.385
13.914.350
1997
613.959.138
37.312.884
13.945.000
1998
590.541.780
36.528.252
14.051.500
1999
583.415.796
35.646.460
13.907.000
2000
583.759.372
36.778.870
13.942.600
2001
584.576.110
35.572.587
13.889.500
2002
576.142.479
37.543.110
13.765.000
KAYNAK:Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (DİE-FAO)
Dünyada tahıl üretiminde kullanılan alanlarda azalma gözlenirken, Avrupa Birliği’nde küçük de olsa artış, Türkiye’de ise azalış söz konusudur. (Tablo 1) Bunun yanı sıra dünyada ve Türkiye’de tahıl üretimi hemen hemen aynı miktarda sürmüş, Avrupa Birliği’ndeki tahıl üretimi ise artmıştır. (Tablo 2,3,4) Tahıl üretim alanlarındaki azalışa rağmen üretim miktarının korunması verimlilikteki artışla ilgilidir. Avrupa Birliği’nde hem ekim alanları hem de buna paralel olarak verimliliğin ve iç piyasada korumacı mekanizmanın da etkisiyle üretim artmıştır.
Tablo 2
YILLAR
DÜNYA TAHIL ÜRETİMİ (MT TON)
1995
1.806.587.481
1996
1.952.332.671
1997
1.992.122.204
1998
1.970.199.428
1999
1.968.212.218
2000
1.945.387.349
2001
1.998.352.520
2002
1.930.231.625
KAYNAK:Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (DİE-FAO)
Tablo 3
YILLAR
AVRUPA BİRLİĞİ TAHIL ÜRETİMİ (MT TON)
1995
175.769.814
1996
203.294.061
1997
202.107.774
1998
207.393.441
1999
198.470.046
2000
209.323.422
2001
186.466.274
2002
207.763.000
KAYNAK:Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (DİE-FAO)
Tablo 4
YILLAR
TÜRKİYE TAHIL ÜRETİMİ (TON)
1995
28.040.000
1996
29.188.000
1997
29.610.000
1998
33.031.000
1999
28.724.000
2000
32.084.000
2001
29.401.000
2002
30.161.500
KAYNAK:Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (DİE-FAO)
Öztin Akgüç küreselleşmenin ekonomi üzerindeki etkilerini şöyle sıralıyor: “Serbest Pazar ekonomisine geçiş, dışa açılma, ihracat çekişli büyüme, kamu kesiminin ekonomideki ağırlığını azaltma, özelleştirme, finansal sistemin serbestleştirilmesi, bankacılık kesimine girişin kolaylaştırılması, banka dışı finans kuruluşlarının geliştirilmesi, esnek faiz ve döviz kuru uygulaması, kambiyo kontrollerinin ve sermaye hareketlerindeki kısıtlamaların kaldırılması en azından hafifletilmesi, Türkiye’de yerleşik kişilerin de döviz tevdiat hesabı açabilmeleri, sermaye piyasasının oluşturulması, İstanbul Menkul Kıymet Borsası’nın (IMKB) yeniden düzenlenerek faaliyete geçmesi, gerek yerli gerek yabancı özel yatırımların özendirilmesi, vergi teşvikleri indirimleri nedeniyle azalan kamu gelirleri nedeniyle kamu harcamalarının ağırlıklı olarak borçlanması ile fonlanması” (AKGÜÇ 2002: 6)
Görüldüğü gibi ülkemiz küreselleşmenin etkilerine açık bir durumda kalmıştır. Bu nedenle de ekonomik yapıda önemli değişimler yaşanmış, nüfus ve üretim içindeki payının yüksekliği nedeniyle tarım sektörü de bu değişimlerden büyük ölçüde etkilenmiştir. Türkiye’deki düşük maliyetli ve engelsiz koşullar uluslararası sermayeye çekici gelmektedir. Liberal ekonomi teorisyenleri tarafından savunulan “karşılaştırmalı üstünlükler” yaklaşımı bile azgelişmiş ekonomiler için uygun görülmemektedir. (YELDAN) Türkiye örneğinde bu konudaki en somut karar çok kısa bir süre içinde (15 gün) çıkarılan 15 yasa ile getirilen düzenlemelerdir. Söz konusu yasalarla başta şeker, tütün, pamuk, komünikasyon, enerji gibi alanlarda ve ilişkili oldukları kesimlerde ülke ekonomisinin üretim olanakları eğrisi üzerine çok önemli sınırlamalar ve engeller oluşmuştur.
Aslında Türkiye için süreç, Tokyo Raundunda (1973–1979) “kamu satın almalarının” sınırlanarak, tarımsal desteklerin azaltılarak, “taban fiyatların aşağı çekilmesi” yönünde alınan kararların, 24 Ocak 1980 dönüşümünün dışa açık büyüme, dünya piyasalarıyla bütünleşme yaklaşımında somutlaşan koşullarında IMF tarafından Türkiye’ye benimsetilmesiyle başlamıştır.
Dünya Ticaret Örgütü’nü (WTO) kuracak olan Uruguay Raundunda (1986–1994) “tarımsal desteklerin azaltılması” kararı güçlenmiştir. Tarım konusundaki hedef ilki Seattle’da (1999) toplanarak, karar almadan dağılan Milenyum Raundunun 1 inci Maddesinde” tarımda tam serbestleşme” olarak yer almıştır. Bu hedef Doğrudan Gelir Desteği (DGD) ile ilişkilendirilerek, destekleme politikalarının 2001–2002 yılına kadar kaldırılacağını Türkiye adına yükümlenen 9 Aralık 1999 tarihli “niyet mektubu”na girmiştir (GÜNAYDIN 2002: 22)
Meksika/Cancun’da 10-14 Eylül 2003 tarihleri arasında düzenlenen DTÖ-Dünya Ticaret Örgütü 5. Bakanlar Konferansının gelişimi yukarıda anılan Millenium Raundu girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla ilgilidir. Bu kez 2001 yılı Kasım’ında Katar/DOHA’da WTO 4.Bakanlar Konferansı toplanmış ve Kalkınma Raundu resmiyete kavuşturulmuştur. 2005 yılında bitirilmesi hesaplanan “Kalkınma Raundu”nda ortaya çıkabileceği öngörülen sorunların giderilmesi ve daha önemlisi direnç noktalarının tespit edilmesi için yeni raundun tam ortasına denk düşen bir Bakanlar Konferansının yapılması daha Katar’da karar altına alınmıştır.
Ancak “tarım konusunda ABD ve AB’nin hazırladığı karar tasarısı, gelişmekte olan ülkelerin Brezilya, Çin, Güney Afrika, Hindistan, Meksika ve Tayland gibi prestijli üyelerini içeren bir grubu tarafından reddedildi. (…)Ve Cancun Konferansı, esas itibariyle tarım politikalarındaki anlaşmazlık nedeniyle, bir sonuç belgesi çıkaramadan, başarısızlıkla son buldu.” (BORATAV 2003)
Ayrıca, ülkemiz açısından bakıldığında da, 1999’da TBMM’de onaylanan Çok Taraflı Yatırım Anlaşması-MAI’nin küresel sermayeye tam serbestlik, ulus-devletlere ise küresel sermayeye elverişli koşullar sağlama yükümlülüğü getirdiği görülmektedir.
Tarım sektörü, bütün serbest piyasa telkinlerine rağmen sosyal, ekonomik ve stratejik nedenlerle dünyanın her tarafında desteklenen çok önemli bir sektördür. Yukarıda da belirtildiği gibi, yeni pazarların üretim koşullarını tasfiye yönündeki uygulamalar kamuoyuna, uyum ve bütünleşme (entegrasyon) gerekliliği olarak sunulmaktadır. Tarımsal desteklerin merkez ülke ekonomilerinde yüksek refah düzeyine rağmen, sosyal dinamikler açısından önemli bir araç; çevre ülkelerde ise bütçe üzerinde enflasyonist bir yük olarak algılanması ise ayrıca anlamlandırılması gereken bir ayrıntıdır.
1990 öncesi yıllık ortalama % 3-3,5 düzeyinde büyüme gösteren tarım sektöründe büyüme hızı 1990 sonrasında yıllık ortalama binde 6’ya gerilemiştir. Tarım kesiminde yavaşlayan büyüme, tarımın GSMH içindeki payının cari fiyatlarla 2001 yılında % 13,1’e değin düşmesine yol açmıştır. Tarım sektörü yatırımlarının payı 1980’li yılların başlarında yaklaşık % 10 düzeyinde iken özellikle 1990’lı yılların başlarından sonra daha hızlı düşme eğilimine girerek 2001 yılında % 4,2’ye değin gerilemiştir. (AKGÜÇ 2002: 10-16)
Tablo 5
TARIMSAL DESTEKLERİN GSMH'YA ORANI
YILLAR
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
GSMH (MİLYAR TL)CARİ FİYATLARLA
7.854.887
14.978.067
29.393.262
53.518.332
78.282.967
125.596.129
179.480.078
GSMH (MİLYAR DOLAR)
171,7
183,7
193,2
204,8
186,6
200,5
146,1
TOPLAM DESTEK (MİLYAR DOLAR)
5,1
2,7
3,4
3,2
2,9
1,4
1,8
DESTEĞİN GSMH'YA ORANI (%)
3,0
1,5
1,8
1,6
1,6
0,7
1,2
KAYNAK:Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (DPT-TKB-HAZİNE MÜSTEŞARLIĞI)
Öte yandan tarımın genel ihracattaki payı 1980’den başlayarak sürekli düşüş göstermiş, genel ithalata oranı ise artış içinde olmuştur. İhracat ve İthalat tutarlarında sürekli artış gözlenmekle birlikte ithalattaki artış daha hızlı gerçekleşmektedir. 1980 yılında tarımın genel ihracat içindeki payı %57,46 iken 1985’de %21’e, 1995’te %9,86’ya, 2003’te ise %5,41’e düşmüştür. Tarım ürünleri ithalatının genel ithalata oranı ise 1980 yılında %0,64 iken, 1989’da %6,59’a, 1995’te %6,84’e yükselmiş, 2003 yılında ise %3,73 olarak gerçekleşmiştir. İkinci göstergenin önemi Türkiye’nin küreselleşme sürecinin başlarında kendine yeterli bir tarım ülkesi olma niteliğinden kaynaklanmaktadır.
Bir diğer gerileyiş konusu da toplam tarımsal alandır. 1970 yılında 27.338.000 (Ha) olan tarım alanı, 1980 ‘de 28.175.000 (Ha)’a kadar artmışken, 1985’te 27.506.000 (Ha)’a, 1995’te 26.834.000 (Ha)’a ve 2002 yılında ise 26.579.000 (Ha)’a kadar gerilemiştir. (www.tarim.gov.tr)
Tarımsal desteklerin GSMH içindeki payı 1995 yılında % 3 iken, hemen ardından 1996 yılında % 1,5 oranına düşmüştür. 1999’a kadar yaklaşık bu oranda süren desteklerin payı 2000 yılında % 0,7’ye kadar düşmüş, 2001’de ise %1,2 olmuştur. (Tablo 5)
Ülkemizde tarımsal destekleme miktarı, gelişmiş ülkelere göre çok yetersizdir. Üretici başına ABD’de 20 bin $, AB’de 8 bin $ olan tarımsal destekleme miktarı, ülkemizde sadece 230 $’dır. (OECD, 2003) Bu büyük fark önemli ölçüde bizdeki tarımsal nüfusun fazlalığından kaynaklanmakla beraber, diğer yaklaşım biçimlerine göre de sonuç değişmemektedir. Birim alana değerler dikkate alındığında da destekleme miktarımız şöyledir: Hektar başına destekleme miktarı ABD’de 94 $, AB’de 504 $ ve ülkemizde ise 36 $ düzeyindedir. Hatta ABD’de son çıkarılan Tarım Kanunu, 2002 yılından itibaren beş yıl için bu ülkede verilecek tarımsal destek miktarını 30 milyar $ artırmaktadır
Bu veriler de gelişmiş merkez ekonomilerin, her fırsatta işledikleri, belgelerde, temel metinlerinde yer alan tüm serbest piyasa telkinlerinin ve zaman zaman da dayatmalarının tersine üreticileri ve iç piyasaları için son derece kararlı bir koruma politikası izlediklerini çok açık biçimde ortaya koymaktadır.
Küresel ekonomi Türkiye’de hayvancılık sektörü için de milat oluşturmuştur. “1980 yılından buyana ülkemizdeki tavuk sayısı 60 milyondan 260 milyona çıkarken, büyükbaş hayvan varlığımız 17 milyondan 10.8 milyona, küçükbaş hayvan varlığımız ise 67.6 milyondan 35.8 milyona düşmüştür. Ekonomik anlamda kanatlı yetiştiriciliği ancak karma yem kullanımı ile mümkün olduğu için kanatlı hayvan sayısındaki artışa bağlı olarak karma yem kullanımında da artış gözlenmektedir. (…)Buna karşın günümüzde büyükbaş ve küçükbaş hayvan yemlerinin tüketim düzeyi 1989 yılındaki tüketim düzeyini ancak yakalayabilmiştir. Bunun başlıca nedenleri; büyükbaş ve küçükbaş hayvan varlığımızın sayıca azalması, bu kesimdeki yetiştiricilerimizin karma yem kullanma bilinci ve alışkanlığının yetersiz olması, ürüne göre yemin pahalı olması ve teşvik uygulamalarının kaldırılmasıdır. Nitekim karma yeme teşvik uygulanan yıllarda bu grupta çok büyük artış sağlanırken, teşvikin kaldırılması ile gerileme ortaya çıkmıştır. Karma yem sanayinde talep yetersizliği nedeniyle sektör %40’ın altında bir kapasitesi ile çalışmaktadır. Kapasite kullanımının arttırılması için yeni fabrikaların açılması yerine mevcut fabrikaların kapasite kullanımlarının arttırılması gerekmektedir. Bugün, büyük ve küçükbaş hayvanlarımızın ancak üçte biri tarafından karma yem tüketilmektedir.” (KUTLU, GÜL, GÖRGÜLÜ)
Gene tarım sektöründe 2003 yılında ortalama %2,5 küçülme yaşanmış, 2004 yılının ilk 3 aylık döneminde ekonomideki büyüme %12,4 olurken, aynı dönemde tarım sektöründe %7,5 küçülme gerçekleşmiştir.
Tarım sektöründeki refah kaybı aynı zamanda toplumsal sorunların ağırlaşmasına da yol açabilmektedir. Büyük kentlere göç eden kitleler çarpık kentleşmenin, sağlık ve eğitim imkânlarının daralmasına ve suç oranının artmasına neden olabilmektedir.
Belirtilen bu verilerin tanıklığında, 1980’li yıllarla başlayan küreselleşmenin, azgelişmiş ülkeler için iddia edilen (bilgi toplumu, refah artışı, verimlilik, v.b. gibi) olumlu argümanlardan çok, olumsuz yanlarıyla ve çok köklü yapısal değişiklikler biçiminde etkisini gösteren bir süreç olduğu söylenebilir. Merkez ülkelerin çifte standartlı tavırları da ulusal yararın hangi yaklaşımda bulunduğunu kanıtlar niteliktedir. Başlıca ulus-ötesi ekonomik aktörlerin, (bu kurumlarda üst düzeyde görev yapmış Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz’in de vurguladığı) program amaçlarının niteliği ve bu programların yöneldiği hegemonya düşüncesi iyi kavranmalıdır. Diğer bir deyişle, çevre ülkeler ulusal kararlarını alırken yapılması istenenleri değil, kendi ülkeleri için yaptıklarını politika olarak benimseyip uygulamalıdırlar. Aksi halde ekonomilerin içinde olduğu kırılgan yapı daha da duyarlı bir duruma gelecektir ki, bu defa giderilmesi çok daha zor kriz koşulları içine düşülebilir. Dünyadaki tarımsal fiyat artışlarından (örneğin Çin’deki gıda fiyatları artışı) etkilenme düzeyi çok yüksek olabilir.
KAYNAKLAR
AKGÜÇ Öztin 2002 “Küreselleşme Olgusunun Türk Ekonomisine Etkisi”, Cumhuriyet ve Küreselleşme, (Haz. Suna KİLİ), Kültür Bak. Yay.
BORATAV Korkut 2003 “Cancun’daki Tıkanma Üzerine Çeşitlemeler”, www.bagımsızsosyalbilimciler.org, 6 Ekim
GÜNAYDIN Gökhan 2002 “Küreselleşme ve Türkiye Tarımı”, TMMOB ZMO Yay.
KONGAR Emre 2002 “Üçüncü Küreselleşme Ne Getirecek”, www.kongar.org
ORAN Baskın “Hangi Küreselleşme?”, www.stratejik.yildiz.edu.tr
YETİM Nalan 2002 “Küresel Üretim Yapılanmasına Kültürel Yanıtlar” Doğu Batı derg., S.18
DPT 2000. “Tarımsal Politikalar ve Yapısal Düzenlemeler”. Özel İhtisas Komisyonu Raporu, http://ekutup.dpt.gov.tr/tarim/oik534.pdf.
KUTLU Hasan Rüştü, A. GÜL, M. GÖRGÜLÜ “Türkiye Hayvancılığı; Hedef 2023-Sorunlar, Çözüm Yolları ve Politika Arayışları – ziraat.cu.edu.tr
www.tarim.gov.tr
YELDAN Erinç “Günde Hepimizin Üç Beş Defa Kullandığı Bir Kavram: Kriz”, www.bilkent.edu.tr
YILDIZOĞLU Ergin 1999 Cumhuriyet, 24.Mayıs
2003 “İki Hegemon”, www.bagımsızsosyalbilimciler.org, 1 Aralık
ZÜLAL Aslı 1999 “Sürdürülebilir Tarım”, Bilim ve Teknik dergisi, Mayıs
Toplumsal gelişmelerin anlaşılmasına yönelik çabalar bilimsel, dolayısıyla nesnel bir bakışı zorunlu kılar. Tersi anlayışlar düzeltilmesi uzun zaman alacak önyargıların, bilinç tahribatının, yanlış kararların, bilim dışı yargıların oluşmasına yol açabilir. Ülke yararı, ulus refahı söz konusu olduğunda böylesi durumlarda ödenecek bedel daha da ağır olabilir.
Son yirmi yıldan bu yana insanlığın, başta bilinç yapısı olmak üzere, bütünlüğünü oluşturan değerler dizisi, küreselleşme (globalizm) olgusuyla birlikte büyük bir etki ve yönlendirme altında bulunmaktadır Küreselleşme dünyayı, uzaydan bakıyormuşçasına bir bütün olarak algılamayı ifade ettiği kadar, o bütüne egemen olmayı da ifade etmektedir. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, denge durumunu ortadan kaldırmasıyla son küreselleşme atağını da kolaylaştırmıştır. Son küreselleşme diyorum; çünkü tarihte başka küreselleşme dalgaları belirlemek de olanaklı. Emre Kongar’a göre: “Birinci küreselleşme dalgası Tarım Devrimi ile geldi. (…) Tarım Devrimi ile ana üretim aracı haline gelen toprak değer kazanınca, toprağı zaptetmek ve korumak, birinci küreselleşme dalgasının esas amacı oldu.” Ardından ikinci küreselleşme dalgasını Endüstri Devrimi’nin, üçüncü (içinde olduğumuz) dalgayı ise İletişim-Bilişim Devrimi’nin oluşturduğunu belirtmektedir. (KONGAR 2002) Baskın Oran ise biraz daha farklı bir tasnifleme yoluna gitmektedir. Oran’a göre, birinci küreselleşme denizcilikteki gelişmelerin belirlediği merkantilist dönemdedir. İkinci küreselleşme sanayileşme dönemiyle; üçüncüsü ise çokuluslu şirketlerle, iletişim devrimiyle ve SSCB’nin yıkılması dolayısıyla, Batı’nın 1990’lı yıllarda rakipsiz kalmasıyla ilgilidir. (ORAN)
Günümüzde küreselleşme bilgi toplumu, iletişim-bilişim devrimi gibi kavramlarla birlikte düşünülmektedir. Gerçekten de teknolojik ilerleme olağanüstü bir ivme kazanmış, bilgisayar yaygınlaşmış, yerküre bilişim ağıyla birbirine bağlanmıştır. Hatta küreselleşmenin söz konusu teknik gelişmenin sonucu oluştuğu bile söylenebilir. Ancak açlık, yoksulluk, eğitimsizlik, sağlık gibi insanlığın “küresel” ve yaşamsal sorunlarında, tanık olunan teknolojik gelişmeyle orantılı bir iyileşme sağlanamamıştır. Aksine üretim faktörlerinden emek serbest dolaşım yeteneğinden yoksunken, sermayenin tam bir serbestlik içinde ve bilişim ortamındaki büyük hızla hareket ediyor olması spekülatif amaçlı sermaye işlemlerini de etkinleştirmiş, bu durum ise belirtilen evrensel sorunların çözümü önünde yeni engeller oluşturmuştur.
Tarihteki küreselleşme dönemlerini tasniflendirme hangi yönde yapılırsa yapılsın, beliren ortak nokta makro ölçekteki söz konusu yönlendirmelerin emperyal ve hegemonya amaçlı olmalarıdır. Ekonomik, Jeopolitik, teknolojik yönleriyle bir bütün olan küreselleşme programının başlıca özelliği, ulus-devletleri ve parlamenter yapılarının karar alma yeteneklerini zayıflatması, yurttaşların refahına ilişkin yükümlülüklerini yerine getirmekte zorlanır duruma sokmasıdır. Nalan Yetim’e göre: “özellikle kültürel boyuttaki çözümlemelerde modern/geleneksel ayrımına dayanan ulus ölçekli toplumsal yapılanma anlayışı terkedilmekte, ulus-ötesi aktörlerle, mikro ölçekli yerel oluşumlar arasındaki ilişkilenmeyi güçlendiren yeni örgütlenmeler, insani gelişme anlayışları hâkim olmaya başlamaktadır.” (Yetim 2002:132)
2. Dünya Savaşı sonrasında toplanan Bretton Woods Konferansıyla oluşturulan Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) (sonradan Dünya Ticaret Örgütü olarak değişti) başlıca ulus-ötesi ekonomik aktörlerdir. 1980’lerden başlayarak liberal söylemlerini küresel ölçekte etkinleştiren bu kurumların temel argümanları, özellikle ilişkide oldukları gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak; piyasanın tam serbestîsi ilkesine dayanır. Buna göre, gelişmekte olan ekonomilerin en önemli sorunlarından olan enflasyonun başlıca nedeni, kamu harcamalarından kaynaklanan ve sürekli hale gelen bütçe açıklarıdır. Dolayısıyla talep tamamen baskı altına alınmalı, ücretler, sosyal harcamalar sınırlandırılmalı, piyasalara müdahale edilmemeli, destekler kaldırılmalı, kamu yatırımları durdurulmalıdır.
Bu ekonomik yaklaşım özelikle 1990’lı yıllarda, kamu girişimciliğinin tasfiyesi ve özelleştirme programına dönüşmüştür. İşletmelerin mülkiyet biçimi ile o işletmelerin etkinlikleri, verimlilikleri arasında ilişki olduğu iddia edilmiştir. Diğer deyişle, bir işletme, sahibi devlet ise verimsiz, özel kesim ise verimli olur biçimindeki anlayış, tüm medya olanakları da kullanılarak, tartışılmaz ve seçeneksiz bir doğru biçiminde sunulmuştur. (Oysa böyle bir iddiayı haklı çıkaracak hiçbir bilimsel dayanak, nesnel ilişki saptanamamıştır.)
Küreselleşmenin azgelişmiş ülkeler üzerindeki en belirgin sonuçlarından biri yönlendirilmemiş sermaye hareketlerinin, finans piyasaların, kontrol dışı piyasa güçlerinin etkin olmasıdır. Sermaye hareketlerinin tamamıyla reel ekonomiden kopmaktadır. Bu ortamda Merkez Bankası bağımsız bir politika (para, faiz ve döviz kuru) izleyememekte, bu şekildeki dönemsel büyüme cari işlemler ve dış ticaret açığını artırmakta, bir yandan da yurt içi faizlerin yüksek olmasına yol açmaktadır. Bu koşullara giren ulusal ekonomi çok kırılgan, çok savunmasız bir yapıya dönüşmektedir. Ulusal ekonomiler ucuz döviz kuru, yani reel olarak aşırı değerli ulusal para ve yüksek faiz cenderesine tıkanıp kalmış durumda oluyorlar. Çünkü faizlerdeki olası bir indirim yurt dışına sermaye kaçışına yol açmaktadır. Bu da krizin bir ön koşulunu yaratıyor. Öbür yanda, sıcak para girişleri, ithalatı, ithalata dayalı lüks tüketimi, dolayısıyla dış ticaret açığını yükseltmektedir. Dış ticaret açığının büyümesiyle beraber ortaya çıkan güvensizlik ortamı sermaye hareketlerinin yeniden eksi yöne dönmesine neden olmaktadır.
Küreselleşme süreci aynı zamanda, merkez ülkelerde birçok sektörde önemli düzeyde yaşanan fazla üretim sorunuyla da örtüşmektedir. Başta teknolojik gelişmelerin ve iç yapılardaki desteklerin yarattığı aşırı üretim sorunu yeni coğrafyalara, yeni pazarlara engelsiz olarak girmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu zorunluluk ise bir başka zorunluluğu gerektirmektedir: Hedef ülke pazarlarındaki üretimin tasfiyesi!
Tarım alanında gözlenenler belirtilen analizi doğrular niteliktedir. Merkez ülke ekonomilerinin tüm liberal ve serbest piyasacı söylemlere karşın, iç pazarlarında uyguladıkları destekler gerçekte yoğun bir korumacılığın sürdürüldüğünü göstermektedir.
Küreselleşme yine dünya ölçeğinde çevre sorunlarına, genlerine müdahale edilmiş, insan sağlığına zararlı tarımsal ürünlerin yaygınlaşmasına, gen teknolojili tohumların ve biyoteknolojik hayvan yemlerinin üretimine ve satışına (ki burada “deli dana “ hastalığı akla geliyor), tarım alanında tekelleşmeye yol açmıştır.
İnsan yaşamının temel ihtiyacını sağlayan tarımsal faaliyeti yalnızca kar amacına indirgeyen küreselci anlayış, oluşturduğu tekelci koşullarda bilimsel gelişmeleri de ticarileştirmiştir. Üreticilerin doğal hakları olan tohum üretimi, kullanımı, dönüştürülmesi ve saklanması, uluslararası tekellerce üretilen, bir defaya mahsus üretim yapılabilen tohumlarla engellenmektedir. Diğer deyimle, yaşamsal önemdeki gıda alanı mülkiyet konusu haline getirilmektedir.
Buna göre “Terminatör” (yokedici) geni denen bir gen tohumlara aktarılıyor. Çeşitli gen teknolojileriyle dönüştürülmüş tohumlar verimli ürün alınmasını sağlıyor. Ama bu tohumlar kullanılarak yetiştirilmiş ürünlerden ayrılan tohumlardan bu terminatör geni nedeniyle bir daha ürün alınamıyor bir anlamda bitki intihar ediyor. Her dönem bu şirketlerden tohum almak zorunlu hale geliyor. (YILDIZOĞLU 1999)
Ayrıca ekosistemlere verilen zararın büyük bir kısmının son 30 yıl içinde oluştuğu, bu dönemin ise etkin sulama, yoğun gübreleme ve güçlendirilmiş bitki türlerinin kullanılmaya başlandığı bir süreçle (yeşil devrim) örtüştüğü görülmektedir. FAO kaynaklarına göre, 1961–1996 yılları arasında küresel gübre kullanımı 31 milyon tondan 135 milyon tona çıkmıştır. Kuşkusuz bilimsel çalışmalar sonucunda tarımsal verimlilik de olağanüstü artmış, dünya nüfus artışına rağmen kötü beslenme de azalmıştır. Ancak bu iyileşmenin bilim ve teknolojideki ilerlemelerle aynı oranda olduğunu söylemek güçtür. Bunun nedeni de sorunun kaynağının üretim yetersizliğiyle değil, bölüşüm ilişkilerindeki dengesizliklerle ilgili olmasıdır. Kaldı ki üretimdeki artış da yeterli düzeyde değildir.
Bir görüşe göre, tarımsal üretimin artırılması için tarım ürünlerinde genetik modifikasyon yapılarak, bunların istenen özelliklere ulaştırılması gereklidir, sakıncasızdır. Ancak, karşı görüşte olanlarca da biyoteknolojinin tarımda kullanılması biyolojik çeşitlilik için bir tehdit oluşturduğu düşünülmektedir. Tarımsal verimliliği artırma çabalarıyla, yaşam kalitesinin, doğayla uyumun dengeli bir yaklaşımla birlikte ele alınmasının (sürdürülebilir tarım) zorunlu olduğu açıktır. (ZÜLAL 1999)
Tablo 1
TAHIL ÜRETİMİNDE KULLANILAN ALAN (Ha)
YILLAR
DÜNYA
AVRUPA BİRLİĞİ
TÜRKİYE
1995
602.725.671
35.134.053
13.784.000
1996
616.491.391
36.255.385
13.914.350
1997
613.959.138
37.312.884
13.945.000
1998
590.541.780
36.528.252
14.051.500
1999
583.415.796
35.646.460
13.907.000
2000
583.759.372
36.778.870
13.942.600
2001
584.576.110
35.572.587
13.889.500
2002
576.142.479
37.543.110
13.765.000
KAYNAK:Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (DİE-FAO)
Dünyada tahıl üretiminde kullanılan alanlarda azalma gözlenirken, Avrupa Birliği’nde küçük de olsa artış, Türkiye’de ise azalış söz konusudur. (Tablo 1) Bunun yanı sıra dünyada ve Türkiye’de tahıl üretimi hemen hemen aynı miktarda sürmüş, Avrupa Birliği’ndeki tahıl üretimi ise artmıştır. (Tablo 2,3,4) Tahıl üretim alanlarındaki azalışa rağmen üretim miktarının korunması verimlilikteki artışla ilgilidir. Avrupa Birliği’nde hem ekim alanları hem de buna paralel olarak verimliliğin ve iç piyasada korumacı mekanizmanın da etkisiyle üretim artmıştır.
Tablo 2
YILLAR
DÜNYA TAHIL ÜRETİMİ (MT TON)
1995
1.806.587.481
1996
1.952.332.671
1997
1.992.122.204
1998
1.970.199.428
1999
1.968.212.218
2000
1.945.387.349
2001
1.998.352.520
2002
1.930.231.625
KAYNAK:Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (DİE-FAO)
Tablo 3
YILLAR
AVRUPA BİRLİĞİ TAHIL ÜRETİMİ (MT TON)
1995
175.769.814
1996
203.294.061
1997
202.107.774
1998
207.393.441
1999
198.470.046
2000
209.323.422
2001
186.466.274
2002
207.763.000
KAYNAK:Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (DİE-FAO)
Tablo 4
YILLAR
TÜRKİYE TAHIL ÜRETİMİ (TON)
1995
28.040.000
1996
29.188.000
1997
29.610.000
1998
33.031.000
1999
28.724.000
2000
32.084.000
2001
29.401.000
2002
30.161.500
KAYNAK:Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (DİE-FAO)
Öztin Akgüç küreselleşmenin ekonomi üzerindeki etkilerini şöyle sıralıyor: “Serbest Pazar ekonomisine geçiş, dışa açılma, ihracat çekişli büyüme, kamu kesiminin ekonomideki ağırlığını azaltma, özelleştirme, finansal sistemin serbestleştirilmesi, bankacılık kesimine girişin kolaylaştırılması, banka dışı finans kuruluşlarının geliştirilmesi, esnek faiz ve döviz kuru uygulaması, kambiyo kontrollerinin ve sermaye hareketlerindeki kısıtlamaların kaldırılması en azından hafifletilmesi, Türkiye’de yerleşik kişilerin de döviz tevdiat hesabı açabilmeleri, sermaye piyasasının oluşturulması, İstanbul Menkul Kıymet Borsası’nın (IMKB) yeniden düzenlenerek faaliyete geçmesi, gerek yerli gerek yabancı özel yatırımların özendirilmesi, vergi teşvikleri indirimleri nedeniyle azalan kamu gelirleri nedeniyle kamu harcamalarının ağırlıklı olarak borçlanması ile fonlanması” (AKGÜÇ 2002: 6)
Görüldüğü gibi ülkemiz küreselleşmenin etkilerine açık bir durumda kalmıştır. Bu nedenle de ekonomik yapıda önemli değişimler yaşanmış, nüfus ve üretim içindeki payının yüksekliği nedeniyle tarım sektörü de bu değişimlerden büyük ölçüde etkilenmiştir. Türkiye’deki düşük maliyetli ve engelsiz koşullar uluslararası sermayeye çekici gelmektedir. Liberal ekonomi teorisyenleri tarafından savunulan “karşılaştırmalı üstünlükler” yaklaşımı bile azgelişmiş ekonomiler için uygun görülmemektedir. (YELDAN) Türkiye örneğinde bu konudaki en somut karar çok kısa bir süre içinde (15 gün) çıkarılan 15 yasa ile getirilen düzenlemelerdir. Söz konusu yasalarla başta şeker, tütün, pamuk, komünikasyon, enerji gibi alanlarda ve ilişkili oldukları kesimlerde ülke ekonomisinin üretim olanakları eğrisi üzerine çok önemli sınırlamalar ve engeller oluşmuştur.
Aslında Türkiye için süreç, Tokyo Raundunda (1973–1979) “kamu satın almalarının” sınırlanarak, tarımsal desteklerin azaltılarak, “taban fiyatların aşağı çekilmesi” yönünde alınan kararların, 24 Ocak 1980 dönüşümünün dışa açık büyüme, dünya piyasalarıyla bütünleşme yaklaşımında somutlaşan koşullarında IMF tarafından Türkiye’ye benimsetilmesiyle başlamıştır.
Dünya Ticaret Örgütü’nü (WTO) kuracak olan Uruguay Raundunda (1986–1994) “tarımsal desteklerin azaltılması” kararı güçlenmiştir. Tarım konusundaki hedef ilki Seattle’da (1999) toplanarak, karar almadan dağılan Milenyum Raundunun 1 inci Maddesinde” tarımda tam serbestleşme” olarak yer almıştır. Bu hedef Doğrudan Gelir Desteği (DGD) ile ilişkilendirilerek, destekleme politikalarının 2001–2002 yılına kadar kaldırılacağını Türkiye adına yükümlenen 9 Aralık 1999 tarihli “niyet mektubu”na girmiştir (GÜNAYDIN 2002: 22)
Meksika/Cancun’da 10-14 Eylül 2003 tarihleri arasında düzenlenen DTÖ-Dünya Ticaret Örgütü 5. Bakanlar Konferansının gelişimi yukarıda anılan Millenium Raundu girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla ilgilidir. Bu kez 2001 yılı Kasım’ında Katar/DOHA’da WTO 4.Bakanlar Konferansı toplanmış ve Kalkınma Raundu resmiyete kavuşturulmuştur. 2005 yılında bitirilmesi hesaplanan “Kalkınma Raundu”nda ortaya çıkabileceği öngörülen sorunların giderilmesi ve daha önemlisi direnç noktalarının tespit edilmesi için yeni raundun tam ortasına denk düşen bir Bakanlar Konferansının yapılması daha Katar’da karar altına alınmıştır.
Ancak “tarım konusunda ABD ve AB’nin hazırladığı karar tasarısı, gelişmekte olan ülkelerin Brezilya, Çin, Güney Afrika, Hindistan, Meksika ve Tayland gibi prestijli üyelerini içeren bir grubu tarafından reddedildi. (…)Ve Cancun Konferansı, esas itibariyle tarım politikalarındaki anlaşmazlık nedeniyle, bir sonuç belgesi çıkaramadan, başarısızlıkla son buldu.” (BORATAV 2003)
Ayrıca, ülkemiz açısından bakıldığında da, 1999’da TBMM’de onaylanan Çok Taraflı Yatırım Anlaşması-MAI’nin küresel sermayeye tam serbestlik, ulus-devletlere ise küresel sermayeye elverişli koşullar sağlama yükümlülüğü getirdiği görülmektedir.
Tarım sektörü, bütün serbest piyasa telkinlerine rağmen sosyal, ekonomik ve stratejik nedenlerle dünyanın her tarafında desteklenen çok önemli bir sektördür. Yukarıda da belirtildiği gibi, yeni pazarların üretim koşullarını tasfiye yönündeki uygulamalar kamuoyuna, uyum ve bütünleşme (entegrasyon) gerekliliği olarak sunulmaktadır. Tarımsal desteklerin merkez ülke ekonomilerinde yüksek refah düzeyine rağmen, sosyal dinamikler açısından önemli bir araç; çevre ülkelerde ise bütçe üzerinde enflasyonist bir yük olarak algılanması ise ayrıca anlamlandırılması gereken bir ayrıntıdır.
1990 öncesi yıllık ortalama % 3-3,5 düzeyinde büyüme gösteren tarım sektöründe büyüme hızı 1990 sonrasında yıllık ortalama binde 6’ya gerilemiştir. Tarım kesiminde yavaşlayan büyüme, tarımın GSMH içindeki payının cari fiyatlarla 2001 yılında % 13,1’e değin düşmesine yol açmıştır. Tarım sektörü yatırımlarının payı 1980’li yılların başlarında yaklaşık % 10 düzeyinde iken özellikle 1990’lı yılların başlarından sonra daha hızlı düşme eğilimine girerek 2001 yılında % 4,2’ye değin gerilemiştir. (AKGÜÇ 2002: 10-16)
Tablo 5
TARIMSAL DESTEKLERİN GSMH'YA ORANI
YILLAR
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
GSMH (MİLYAR TL)CARİ FİYATLARLA
7.854.887
14.978.067
29.393.262
53.518.332
78.282.967
125.596.129
179.480.078
GSMH (MİLYAR DOLAR)
171,7
183,7
193,2
204,8
186,6
200,5
146,1
TOPLAM DESTEK (MİLYAR DOLAR)
5,1
2,7
3,4
3,2
2,9
1,4
1,8
DESTEĞİN GSMH'YA ORANI (%)
3,0
1,5
1,8
1,6
1,6
0,7
1,2
KAYNAK:Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (DPT-TKB-HAZİNE MÜSTEŞARLIĞI)
Öte yandan tarımın genel ihracattaki payı 1980’den başlayarak sürekli düşüş göstermiş, genel ithalata oranı ise artış içinde olmuştur. İhracat ve İthalat tutarlarında sürekli artış gözlenmekle birlikte ithalattaki artış daha hızlı gerçekleşmektedir. 1980 yılında tarımın genel ihracat içindeki payı %57,46 iken 1985’de %21’e, 1995’te %9,86’ya, 2003’te ise %5,41’e düşmüştür. Tarım ürünleri ithalatının genel ithalata oranı ise 1980 yılında %0,64 iken, 1989’da %6,59’a, 1995’te %6,84’e yükselmiş, 2003 yılında ise %3,73 olarak gerçekleşmiştir. İkinci göstergenin önemi Türkiye’nin küreselleşme sürecinin başlarında kendine yeterli bir tarım ülkesi olma niteliğinden kaynaklanmaktadır.
Bir diğer gerileyiş konusu da toplam tarımsal alandır. 1970 yılında 27.338.000 (Ha) olan tarım alanı, 1980 ‘de 28.175.000 (Ha)’a kadar artmışken, 1985’te 27.506.000 (Ha)’a, 1995’te 26.834.000 (Ha)’a ve 2002 yılında ise 26.579.000 (Ha)’a kadar gerilemiştir. (www.tarim.gov.tr)
Tarımsal desteklerin GSMH içindeki payı 1995 yılında % 3 iken, hemen ardından 1996 yılında % 1,5 oranına düşmüştür. 1999’a kadar yaklaşık bu oranda süren desteklerin payı 2000 yılında % 0,7’ye kadar düşmüş, 2001’de ise %1,2 olmuştur. (Tablo 5)
Ülkemizde tarımsal destekleme miktarı, gelişmiş ülkelere göre çok yetersizdir. Üretici başına ABD’de 20 bin $, AB’de 8 bin $ olan tarımsal destekleme miktarı, ülkemizde sadece 230 $’dır. (OECD, 2003) Bu büyük fark önemli ölçüde bizdeki tarımsal nüfusun fazlalığından kaynaklanmakla beraber, diğer yaklaşım biçimlerine göre de sonuç değişmemektedir. Birim alana değerler dikkate alındığında da destekleme miktarımız şöyledir: Hektar başına destekleme miktarı ABD’de 94 $, AB’de 504 $ ve ülkemizde ise 36 $ düzeyindedir. Hatta ABD’de son çıkarılan Tarım Kanunu, 2002 yılından itibaren beş yıl için bu ülkede verilecek tarımsal destek miktarını 30 milyar $ artırmaktadır
Bu veriler de gelişmiş merkez ekonomilerin, her fırsatta işledikleri, belgelerde, temel metinlerinde yer alan tüm serbest piyasa telkinlerinin ve zaman zaman da dayatmalarının tersine üreticileri ve iç piyasaları için son derece kararlı bir koruma politikası izlediklerini çok açık biçimde ortaya koymaktadır.
Küresel ekonomi Türkiye’de hayvancılık sektörü için de milat oluşturmuştur. “1980 yılından buyana ülkemizdeki tavuk sayısı 60 milyondan 260 milyona çıkarken, büyükbaş hayvan varlığımız 17 milyondan 10.8 milyona, küçükbaş hayvan varlığımız ise 67.6 milyondan 35.8 milyona düşmüştür. Ekonomik anlamda kanatlı yetiştiriciliği ancak karma yem kullanımı ile mümkün olduğu için kanatlı hayvan sayısındaki artışa bağlı olarak karma yem kullanımında da artış gözlenmektedir. (…)Buna karşın günümüzde büyükbaş ve küçükbaş hayvan yemlerinin tüketim düzeyi 1989 yılındaki tüketim düzeyini ancak yakalayabilmiştir. Bunun başlıca nedenleri; büyükbaş ve küçükbaş hayvan varlığımızın sayıca azalması, bu kesimdeki yetiştiricilerimizin karma yem kullanma bilinci ve alışkanlığının yetersiz olması, ürüne göre yemin pahalı olması ve teşvik uygulamalarının kaldırılmasıdır. Nitekim karma yeme teşvik uygulanan yıllarda bu grupta çok büyük artış sağlanırken, teşvikin kaldırılması ile gerileme ortaya çıkmıştır. Karma yem sanayinde talep yetersizliği nedeniyle sektör %40’ın altında bir kapasitesi ile çalışmaktadır. Kapasite kullanımının arttırılması için yeni fabrikaların açılması yerine mevcut fabrikaların kapasite kullanımlarının arttırılması gerekmektedir. Bugün, büyük ve küçükbaş hayvanlarımızın ancak üçte biri tarafından karma yem tüketilmektedir.” (KUTLU, GÜL, GÖRGÜLÜ)
Gene tarım sektöründe 2003 yılında ortalama %2,5 küçülme yaşanmış, 2004 yılının ilk 3 aylık döneminde ekonomideki büyüme %12,4 olurken, aynı dönemde tarım sektöründe %7,5 küçülme gerçekleşmiştir.
Tarım sektöründeki refah kaybı aynı zamanda toplumsal sorunların ağırlaşmasına da yol açabilmektedir. Büyük kentlere göç eden kitleler çarpık kentleşmenin, sağlık ve eğitim imkânlarının daralmasına ve suç oranının artmasına neden olabilmektedir.
Belirtilen bu verilerin tanıklığında, 1980’li yıllarla başlayan küreselleşmenin, azgelişmiş ülkeler için iddia edilen (bilgi toplumu, refah artışı, verimlilik, v.b. gibi) olumlu argümanlardan çok, olumsuz yanlarıyla ve çok köklü yapısal değişiklikler biçiminde etkisini gösteren bir süreç olduğu söylenebilir. Merkez ülkelerin çifte standartlı tavırları da ulusal yararın hangi yaklaşımda bulunduğunu kanıtlar niteliktedir. Başlıca ulus-ötesi ekonomik aktörlerin, (bu kurumlarda üst düzeyde görev yapmış Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz’in de vurguladığı) program amaçlarının niteliği ve bu programların yöneldiği hegemonya düşüncesi iyi kavranmalıdır. Diğer bir deyişle, çevre ülkeler ulusal kararlarını alırken yapılması istenenleri değil, kendi ülkeleri için yaptıklarını politika olarak benimseyip uygulamalıdırlar. Aksi halde ekonomilerin içinde olduğu kırılgan yapı daha da duyarlı bir duruma gelecektir ki, bu defa giderilmesi çok daha zor kriz koşulları içine düşülebilir. Dünyadaki tarımsal fiyat artışlarından (örneğin Çin’deki gıda fiyatları artışı) etkilenme düzeyi çok yüksek olabilir.
KAYNAKLAR
AKGÜÇ Öztin 2002 “Küreselleşme Olgusunun Türk Ekonomisine Etkisi”, Cumhuriyet ve Küreselleşme, (Haz. Suna KİLİ), Kültür Bak. Yay.
BORATAV Korkut 2003 “Cancun’daki Tıkanma Üzerine Çeşitlemeler”, www.bagımsızsosyalbilimciler.org, 6 Ekim
GÜNAYDIN Gökhan 2002 “Küreselleşme ve Türkiye Tarımı”, TMMOB ZMO Yay.
KONGAR Emre 2002 “Üçüncü Küreselleşme Ne Getirecek”, www.kongar.org
ORAN Baskın “Hangi Küreselleşme?”, www.stratejik.yildiz.edu.tr
YETİM Nalan 2002 “Küresel Üretim Yapılanmasına Kültürel Yanıtlar” Doğu Batı derg., S.18
DPT 2000. “Tarımsal Politikalar ve Yapısal Düzenlemeler”. Özel İhtisas Komisyonu Raporu, http://ekutup.dpt.gov.tr/tarim/oik534.pdf.
KUTLU Hasan Rüştü, A. GÜL, M. GÖRGÜLÜ “Türkiye Hayvancılığı; Hedef 2023-Sorunlar, Çözüm Yolları ve Politika Arayışları – ziraat.cu.edu.tr
www.tarim.gov.tr
YELDAN Erinç “Günde Hepimizin Üç Beş Defa Kullandığı Bir Kavram: Kriz”, www.bilkent.edu.tr
YILDIZOĞLU Ergin 1999 Cumhuriyet, 24.Mayıs
2003 “İki Hegemon”, www.bagımsızsosyalbilimciler.org, 1 Aralık
ZÜLAL Aslı 1999 “Sürdürülebilir Tarım”, Bilim ve Teknik dergisi, Mayıs
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder