Çarşamba, Aralık 02, 2015

2016 YILI OĞUZ TANSEL ŞİİR ÖDÜLÜ BAŞVURU KOŞULLARI

OĞUZ TANSEL 2016 ŞİİR ÖDÜLÜ 

Üç Kanatlı Masal Kuşu OĞUZ TANSEL Öz Türkçe ’ye olan tutku düzeyindeki sevgisiyle görkemli bir şiir dili yaratmıştır. Kemal Özer’in “sanatsal ve siyasal kuşatmalar altındaki 1940 kuşağının ortak söyleyişler, ortak içerikler taşıyan ozanları arasında, söz konusu genel görünümün dışına en çok çıkanlardan biri “olarak gördüğü OĞUZ TANSEL 1940 kuşağının lirik ve özgün sesidir. Salâh Birsel’in tanımıyla: “doğa vurgunu, dağlarda duman duman ormanlardan, karlı uçurumlarda mavi sabahlardan geçip giden” OĞUZ TANSEL’i anılarda yaşatmak, devrimci kişiliğini, toplumcu düşüncelerini ve yapıtlarını gelecek kuşaklara aktarmak, genç kuşakların dil duyarlılığını artırmak, yazınsal becerilerini değerlendirmek amacıyla, OĞUZ TANSEL ŞİİR ÖDÜLÜ verilecektir.

Ödül, Folklor/Edebiyat Dergisi, Troya Folklor Araştırmaları Derneği ve Ankara Aydınlığı Girişimi’nin çabalarıyla gerçekleştirilmektedir.

Ödüle katılım koşulları:

1-    Ödül 2016 yılında şiir alanında bir yapıta verilecektir.
2-    Ödüle aday yapıtın 01.01.2015-31.12.2015 tarihleri arasında yayımlanmış kitap; yayımlanmamışsa, kitap oylumunda dosya olması gerekmektedir.  Yayımlanmış yapıtlardan oluşan toplu şiirler dosyası/kitabı ile ödüle başvuru kabul edilmemektedir.
3-    Ödüle son başvuru tarihi 31.01.2016’tir. (Postadaki olası gecikmeden düzenleme kurulu sorumlu değildir.)
4-    Ödül, düzenleme kurulu ve seçici kurul üyeleri dışında tüm katılımcılara açıktır.
5-    Ödül tek yapıta verilecektir.
6-     Yapıt daha önce yayımlanmış ise 6 adet gönderilmelidir. Daha önce yayımlanmamış yapıtlar, A4 boyutunda kâğıda,12 punto ve 1,5 satır aralığıyla bilgisayarda yazılmış 6 ayrı dosya biçiminde düzenlenmiş olarak kargo/posta ile gönderilecektir.
7-    Katılımcı, kısa özgeçmiş, iletişim bilgileri ve bir adet fotoğrafının bulunduğu ayrı bir zarfı yapıtıyla birlikte ulaştıracaktır.
8-    Ödül tutarı 2.000 TL olarak belirlenmiştir.
9-    Ödüle birden fazla yapıtla başvurulabilir. Ancak ödül, tek bir yapıta verilir.
10-  Ödüle katılmak için gönderilen eserler iade edilmeyecektir.
11- Ödül töreni 15 Nisan 2016 (Cuma) ’da Ankara’da Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezinde  yapılacaktır.  
12- Seçici kurul Müslim ÇelikErgül ÇetinProf. Dr. Cevat Geray, İlhan Gülek ve Metin Turan’dan oluşmaktadır.
13-  Başvurular şu adrese yapılacaktır: OĞUZ TANSEL ŞİİR ÖDÜL KURULU, Folklor/Edebiyat Dergisi,  Konur Sokak 36/13, Kızılay, 06650 Ankara
                                      
      Ayrıntılı bilgi için: folkloredebiyat@gmail.com   odultansel@gmail.com



Daha önce Oğuz Tansel Yazın Ödülünü Kazananlar:

2009 Şiir Ödülü: Ergül Çetin (Ülke Dilsiz Kapanıp Yüzüstü, Ankara: Edebiyat ve Eleştiri Kitaplığı).

2010 Halkbilim Ödülü: Melek Özlem Sezer (Masallar ve Toplumsal Cinsiyet, İstanbul:  Evrensel Basım Yayın).

2011 Çocuk Yazını Ödülü: Ayfer Gürdal Ünal (Türk Çocuk Yazınında Engellilik, İstanbul: Evrensel Basım Yayın).

2012 Halkbilim Ödülü: Gülsüm Cengiz (Kadınlar İçin Söylenmiştir, İstanbul: Evrensel Basım Yayın).

2013 Şiir Ödülü: İhsan Topçu (Kalbinden Kanıyor Zaman).

2014 Çocuk Yazını Ödülü: Nilay Yılmaz (Türk Çocuk Edebiyatı Kitaplarında Çocuk Gerçekliğine Eleştirel Bir Bakış).

2015 Halkbilim Ödülü: Mümtaz Fırat Kaybolan İzler).




Prof. Dr. Aysit Tansel
Department of Economics
 Middle East Technical University 06531 Ankara Turkey
 Tel: +90-312-210 2073 Fax: +90-312-210 7957 

Çarşamba, Ekim 07, 2015

DOĞUMUNUN 100. YILINDA OĞUZ TANSEL SEMPOZYUMU


ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ DERGİSİNİN EKİM 2015 SAYISI



EKİM 2015 - 332. SAYI
Yayın Yönetmeninden
Günay Güner
        Sevgili Dilseverler,
        Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun!
        Bilge Önder Mustafa Kemal Atatürk, Türk Devrimini demokrasi, cumhuriyet ve devlet geleneği üzerine kurmuştur. Devrim, ilk aşamasından başlayarak kamutaylara, oylamalara, onaylamalara, halk eylemine dayanır. Atatürk’ün çevresindeki insanlardan hiçbiri onun daha okul yıllarında tasarladığı cumhuriyet yönetimini anlayıp benimseyebilecek devrim ve kavrayış birikimine sahip değildir. Bu nedenle süreç içinde Atatürk’ü yalnız bırakırlar, giderek karşısına geçerler.
        Şu açık bir gerçektir ki Atatürk’ü hangi nedenle olursa olsun “diktatör” gösterme olanağı yoktur. Nesnel, bilimsel kanıtlar ve çözümlemeler böyle bir savı daha ilk anda çürütür.
        Yazının tümü için tıklayınız:  Yayın Yönetmeninden 
CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!
DÜŞÜN, BASIN, YAYIN DÜNYASININ ONURLU KALEMİ OKTAY AKBAL'I UNUTMAYACAĞIZ / SEVGİ ÖZEL
HAİKULAR / ALPER AŞIKOĞLU

DİLİMİZ CUMHURİYETİMİZ / ERTUĞRUL EFEOĞLU
BİR ÇINAR DAHA YIKILDI / RAHMİ KUMAŞ
GIORDANO BRUNO / DAVER DARENDE
KISA ÖYKÜ: MÜLAYİM / IŞIK KANSU
ALMANYA'YA GÖÇÜN EDEBİYATIMIZA YANSIMASI / MEVLÜT ASAR
DÜŞÜNCE KIRINTILARI: YAŞAM ÜZERİNE... (I) / YUSUF ÇOTUKSÖKEN

OSMANLICA ÜZERİNE / AYHAN GÖKSAN
 
ANILARDAN ŞİİRLER: OKTAY AKBAL / HASAN AKARSU
 
"KARA TOPRAK" SİZİN NEYİNİZ OLUYOR? / YÜCEL ÇAĞLAR
SÖYLENBİLİMSEL ÖYKÜ: SONUNA DEK BARIŞ DİYECEĞİM / YAŞAR ATAN
 
"ZAKKUM ÇİÇEĞİ TAN YERİNDE" OĞUZ TANSEL'İN ŞİİRİ / ERGÜL ÇETİN
 
"TÜRKMENLERİN SOYAĞACI"NDA ULUSUMUZUN ŞANLI GEÇMİŞİNİN YANSIMASI / MURATGELDİ SÖYEGOV
  
KÖK-EYLEMİ PEKİŞTİRMEDE "-İM" EKLİ İKİLEME / ÖMER DEMİRCAN
 
GÜRHAN UÇKAN'IN ANLATTIKLARI / A. CELAL BİNZET
  
ÖYKÜ: ZAMAN AH ZAMAN... / CELAL İLHAN 
 
DESEM Mİ: DEVLETİN YAPTIĞI HAKSIZLIK! / HÜSEYİN ATABAŞ
 
ŞİİR: DOSKİ VADİSİ'NDE YOĞUN SİS VARDI / ÇETİN ÖRGEN
 
ANKARA YAZILARI: YAŞITIM GENÇLİK PARKI / SAVAŞ SÖNMEZ
 
GERÇEKLER YANSIMALAR
  • TÜRKÇE SEVDALISI AHMET MİSKİOĞLU'NU UNUTMAYACAĞIZ
  • NAFİ ATUF KANSU EĞİTBİLİM ARAŞTIRMALARI ÖDÜLÜNÜ KAZANANLAR BELLİ OLDU
  • KİTAP: CANER'LE ECE'NİN ROMANI: "KİTABIN ADI" - NECATİ TOSUNER / HASAN AKARSU
  • KİTAP: ANKARA DESTANI - ÜSTÜN DÖKMEN / GÜLER MERİÇKAN GÜLEÇ
ANKARALI KİTAPLAR / SAVAŞ SÖNMEZ

Cuma, Eylül 18, 2015

Kimlik ve Anlam Sağlığı


Kimlik ve Anlam Sağlığı

Günay Güner


            Akademik kürsülerde “bilimsel” kibir yarışındaki, beyazcam (tv) bağımlısı toplumbilimciler son otuz yıldır özellikle de son on yıldır cemaatlere, soylara, soplara, budunlara sevdalandılar, toz kondurmuyorlar. Çok şükür bu parçacıklar her derde devalar. Özgürlük onlarda, insan hakkı onlarda, kul hakkı onlarda, helalleşmek onlarda, sağlık, eğitim, huzur, “istikrar”, güvenlik hep onlarda. “Medine Vesikası”nı imzalamaya az kaldı.
            Terör örgütü liderinden saygın siyasetçi yaratma bilimsel projesi (TÖLSSYBP diye de okuyabilirsiniz) üzerinde aralıksız çalışan akademik toplumbilimcilerimizi (haşa yaratmak ne söz dediklerini duyar gibiyim) yoğun işleriyle baş başa bırakıp, bireyin kimlik dünyası nedir sorusuna bu toz duman ortamdan arınmaya çalışarak yanıt arayabiliriz. (Aynı “bilimcilerin” yıllardır sanık konumunda olan tutuklulardan “eli kanlı caniler” yaratmakta da usta oldukları eklenmelidir).
            Bireyin kimliği birçok öğeden oluşur. Kişiliğin önemli bir bölümünü belirler. Sonuçta bir bakış, tavır, duruş ortaya çıkar. Olaylara, konulara bu bileşimle bakılır. Bileşimin bölümlerinin neler olacağını büyük oranda dönemsellik koşulları belirler. Tarım toplumunun insan kimliğini gelenek, töre, din, efendi kul ilişkisi, sözlü ekin birikimi… oluşturur. (Bu aşamadan başlayarak insan onurunu ayağa kaldıran Spartaküs’ten bu yana başat kaygının özgürlük olması gerektiğini, Spartaküs’ün sancağını yere düşürmeye hakkımız olmadığını her an usta tutmalı). Sanayi toplumunda kişi görece özgürleşir, öbek, topluluk, soy baskısından önemli ölçüde kurtulur. Bireyleşir. Bu birey yurttaştır, işçidir, beyaz yakalıdır, okumuştur… Bu toplumsal yapının sanatı da ayrıdır. Düşün, felsefe sorunları, yabancılaşma kaygıları işlenir. Dünya bütün olarak algılanır. Diğer insanlardan, ülkelerden, oralarda olan bitenlerden sorumluluk duyulur. Sonuçlar çıkarılmaya çalışılır. Öze emek verilir, kitap okunur. Bireyin daha gelişkin bir insan teki olduğu söylenebilir.
            Ancak günümüzde sanayi toplumunun birey ilişkilerinde çözülme yönünde bir gidiş sözkonusudur. Bu çözülmenin, bilinç aşınmasının nedeni küreselleşme (giderek yeni dünya düzeni) adlı ülküsel, tasarlanmış bombardımandır. İnsan bilincini hedef alan bu saldırının yapısı budun, din, dinsel topluluk (cemaat), tarikat gibi sanayi toplumu öncesi ilişki biçiminin kimlik öğelerini ulus örgütlenme biçimine karşı yüceltmek anlayışına dayanır. Böyle bir yaşamın insanı görünürde kentli ilişkiler sürse de düşün biçimi, kimlik özellikleri bağlamında derebeylik dünyasında yaşar. Dünyaya bilimin, usun, eleştirinin penceresinden değil, fizik ötesinin, söylencelerin, tekil yaklaşımların, inançların daralmış aralığından bakar. Dönemin ayırıcı bir özelliği olarak teknolojinin, bilişimin hızıyla birleştirildiğinden köle bakışı daha etkili ve güçlü biçimde kök salabilmektedir. Buradan sonra insanlığın uğruna neler verdiği gerçek özgürlüğün izinden, kırıntısından bile söz edilemez. Ne acı ki bu insanlığa kıyım yine özgürlük, insan hakları, kimlik, çok kültürlülük, eşitlik gibi sözcükler kullanılarak yapılıyor. İçi boşaltımlı, tersine çevrilmiş kavramlarla…
            İnsan kimliği tek etkenden oluşmaz. Kimlik ayrı sınıflandırmalarla ilgili birçok alanın bileşimidir. Yurt, aile, memleket, köy, meslek, yetenekler, din, budun, mezhep (ya da bunlara karşı oluş)… Anlam sağlığı ise (bu kavram Prof. Dr. Ahmet İnam’ın düşünsel, felsefesel katkısıdır) sözkonusu bileşimin bölümleriyle, ayrıca bu bölümlerin oransal payıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Anlam sağlığı bireyin düşünce ile duygu dünyasının iç tutarlılığı olduğu kadar dış dünyayla kurulan uygar, çağcıl, eleştirel bağlar anlamını da taşır. Anlam sağlığı kimliği tek yönlü yapılandırmamayı, dengeli kurulumu, insanlık birikimine ve çağın gerçek beklentilerine uygunluğu gerektirir.
            Somutlaştırırsak kişinin kimlik öğelerinden birini, birkaçını, hele de çağdışı, ayrımcı, tekilci, uyumsuz olanı yaşamının her anına egemen olacak derecede öne çıkarması, her olaya bu egemen bakışla yaklaşması sağlıksız (patolojik) bir kişiliği gösterir. Sözgelimi budunsal (etnik) kimlik, dinsel kimlik, mezhepsel kimlik böyledir. Her şey bir yana bu kimlikler tekilci özelliktedir. Yani tartışılmaya, eleştirilmeye açık kimlikler değildir. Kesin kabul ya da ret mekanizmasıyla işler. Kişiyi inaklara (dogma) yöneltir. Bu sav kimlikte yeri olmadığı anlamına gelmez. Önemli olan bütün içindeki oranı ve şiddetidir.
            Yeni dünya düzeninin istediği insan tipi budur. Kendini sınıfsal, yurtsal, insansal, bilgisel yanlarıyla değil, budunsal, dinsel, mezhepsel kimlikleriyle tanımlama çabasında olan insan! Ne yazık ki başta “aydın”lar olmak üzere çok az kişi tehlikenin ayrımında. “Bilim”, “yazın”, “resim”, “basın”, “fotoğraf”… bu anlayışa uygun biçimde tasarlanıyor.
            “Birbirimizi ayrılıklarımızla tanıdıkça seveceğiz” yaklaşımı tamamen yanlıştır, yer yer de aldatmacadır. Ayrılıklar yaratıcılıkla ilgili olarak ilk ortaya konulan anlamında sevgi, ilgi güzellik konusudur, saygındır. Bunun dışında sevgiyi değil sevgisizliği besler. Bireyin ortaya çıkamadığı, yaşayamadığı derebeylik kimliklerini yüceltmek, ayrı olanı sevmek şurada dursun özgürlüğü de, hoşgörüyü de öldürür. Yeryüzündeki onca çatışmanın üst yapısı da bu değil mi?
            Budun, din, mezhep, aşiret… gibi kimlik alanlarını yaşamsallıktan çıkarmak, olsa olsa halkbilimsel bir değer biçiminde korunması gereken bir konumda tutmak bilincini edinememiş kişinin aydınlığı her an sorgulanmaya açıktır.

 7 Eylül 2015





Çatışmanın Sorumlusu Hangi Güçler?

Günay Güner
Çatışmanın Sorumlusu Hangi Güçler?
Kimi çokbilmişlerce anlaşılmak istenmeyen bir gerçek şudur: Devlet olmanın, halkının ve gelecek kuşaklarının güvenliğini sağlamanın dünyanın her yerinde, binyıllara dayanan ortak ilkeleri, kuralları vardır.
Köklü devletler günübirlik yönetilmezler. Yüzyıllık planları ve siyasaları olur.
Bu planlar ve siyasalar, üzerinde çok çalışılarak belirlendiği için kolay değiştirilmezler. Ancak hızlı değişen dünya koşullarına uygum gerektiğinden güncellenir; bu yönde B ve C denen birkaç alt plan bulunur. Ne ki bu planlar temel siyasaya hiçbir zaman taban tabana zır bir durum oluşturmaz, önermeler içermezler.
Devletlerin sözkonusu siyasaları, değişen iktidarlara bağlı olarak da değişmezler. Hükümet siyasası değil, devlet siyasasıdır.
Bir yönden “kurucu istenç”le de ilişkili sayılabilecek devlet siyasası, binlerce yıllık tarihsel birikime, izlemsel (strateji) konumlanmaya, tutumbilimsel, uygulayımbilimsel (teknolojik) düzeye, ordu gücüne, tarihsel meydan okumalara (izlemsel bir terimdir) dayanır.
Bu başat ilkelere uymamak üzere bir yönetimin (hükümetin) gelmesi, getirilmesi durumunda ne mi olur? Yine dünya tarihi bu sorunun yanıtını veriyor. Böylesi yönetimlere bu olanak verilmez; bir biçimde devre dışı bırakılırlar.
Bu noktada çözümlenmeye çalışılan bu devlet planlarının, insanlığın ortak kazanımlarıyla ne değin uyumlu olduğu, insan yeteneklerini özgürleştiren, gelişmesini sağlayan bir ülkü taşıyıp taşımadığı, devrimci, ilerici olup olmadığı önemlidir. Bu olumlu koşulları taşıyan bir devletin, ülkenin bulunmadığı açıktır. Böylesine rastlamak olanaksızdır. Ne ki burada görece ilkelere görece yaklaşıp yaklaşmadığı sorgulanabilir, aranabilir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti kurulur kurulmaz, cumhuriyet kurulurken yenilgiye uğrayan yayılmacı batılı güçler, (genellikle gizli yöntemler ve yollarla) karşı saldırıya geçtiler. Türkiye Cumhuriyeti İngiltere’nin, Fransa’nın, İtalya’nın… sömürgeleri için eşsiz bir umut, özgürlük kaynağıydı.
Türk Devrimini etkisizleştirmek amacıyla en güçlü yöntemin, çıkarları tehlike altına girmiş toprak ağalarının isyan ettirilmeleri olarak görüldü. Yayılmacılar ve ağalar yönünden oldukça tutarlıydı, mantıklıydı. Hemen uygulamaya koyulan tasarıyla birlikte Kürt derebeylerinin isyanları birbirini izledi.
Yayılmacı güçler bir yandan da Türkiye yönetimlerini, yayılma çıkarlarına uygun duruma getirme çabası içindeydiler; bu süreci de 1940 yılından başlattılar. Başlayış 1940 yılı olmakla birlikte asıl köklü devrim karşıtlı döneminin başlayışı 1950’dir. Kanıtlar, belgeler yüzlercedir.
1960 devleti sözkonusu devrim planları anlamında yeniden toparlama girişimidir.
1970’ler devrimi, halk uyanışını boğma, faşizm dönemidir. Ve ardından gelen tüm dönemlerde Türk Devrimine soluk aldırmamak amaçlanmış; bu yönde ardı ardına saldırılar düzenlenmiştir.
1960’lı yıllarda Türk aydınlardan ve Türkiye emekçi sınıfının ortak savaşımından kendini ayıran Kürt hareketi, 1970’li yıllardan bu yana düzenli yöntemlerle demokratik kurumları kullanmak yönünde savaşım vermemiş; silahlı savaşımı benimsemiş ve bugüne kadar sürdürmüştür.
1980 faşizminde en şiddetli işkenceleri yaşadığı, kıyımlara uğradığı 12 Eylül generallerini ve onlarla ilgili CIA şeflerini “Our boys” diye adlandıran, onları destekleyen, Ortadoğuda, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de, Afganistan’da 2 milyon sivili öldüren, bu ülkeleri işgal eden Amerika Birleşik Devletleriyle birlikte, silahlı savaşımla Kürdistan kurmak için bugüne kadar savaştı. Bu kıyım yöntemli savaşımın örgütü PKK hemen hemen tüm Kürt siyasetçilerince benimsendi; temsil örgütü sayıldı.
PKK ve uzantısı partiler (2015’e değin TBMM’ye bağımsız giren milletvekilleri, 2002 yılından başlayarak, Türkiye yönetimiyle, “açılım” anahtar sözcüğü üzerinden, devrim karşıtlığında (burada devrimle denmek istenen, yozlaştırılsa da kalan cumhuriyet kurumlarıdır) birleştiler. Sözkonusu ortaklık, Türkiye cumhuriyet sanayisinin, tarımının, ticaretinin, kültürünün başat kurumları durumundaki cumhuriyet kurumlarının yok pahasına satılmasında, ortadan kaldırılmasında da sürdü.
İngiltere ile ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi aynı zamanda Kürdistan kurma projesidir. Yayılmacıların bundaki amaçları açıktır: Enerji bölgelerindeki egemenliklerini artırmak yönünde “üs devlet” kurmak, kurarken, Kürtlerin de yaşadığı dört ülkeyi parçalayarak güçsüzleştirmek, siyasasına direnemez duruma (diz çökme) getirmek.
Gayet anlaşılacağı gibi, güç birliği yapılan 2002 sonrası dönemde PKK kıyımları hızla artmıştır. Hiçbir dönemde elde edemedikleri kadar bölge denetim, özgüven, tehdit, meydan okuma gücü elde etmişlerdir.
Bunlar olurken, yönetim-devlet, istihbarat örgütü üzerinden PKK ile görüşmeler başlatmış ve sürdürmüştür. Oslo görüşmelerini, neler görüşüldüğünü, İmralı görüşmelerini, neler görüşüldüğünü, Ergenekon ve Balyoz dava sürecini, bu davalarda olan bitenleri, davaların Oslo ve İmralı’yla ilişkilerini anımsamak ve unutmamak gerekir. (Oslo ve İmralı deyince, bu görüşmelerin Kürtçü aktörlerinin onyıllardır, karşıtlarını karalama tümcelerinin “MİT ajanı” suçlaması olduğunu da belirtmeden geçmemeli. “MİT ajanı” olmakla suçlayanlar MİT’le akraba oldular. A. Öcalan’ın gerçek, somut MİT akrabalığına da girmek istemiyorum.)
Karşıtlarını darbecilikle, vesayetçilikle, beyaz Türklükle, jakobenlikle, türban düşmanlığıyla, faşistlikle, ırkçılıkla, savaş yandaşlığıyla, giderek “Atatürkçülük”le “suçlayan” iki tarafın, “can ciğer kuzu sarması” da denebilecek bu yakınlığı, dostluğu 7 Haziran 2015 seçiminin hemen ardından birden “kanlı bıçaklı” düşmanlığa dönüştü. Ne düşünmeli?
Şimdi kim haklı çıktı?
Silah bırakmayanla devlet olarak görüşme yapıldığının, (diğer tarihsel benzemezlikler de bir yana) uygar, gelişmiş devletler sınıfında bir örneği daha yoktur. Silah bırakılması her zaman koşulların başında gelmiştir. Kimse halkı aldatmaya kalkmasın.
Başta belirttiğimiz, köklü devlet davranış biçimine, değiştirilemeyen tasarı ve siyasalara gelmiş oluyoruz burada.
Ülkemiz yeniden kan gölüne döndü. Zamanında ne denmişti? Bugün “Analar ağlamasın derseniz, seçmeni oyalarsanız, yarın analar daha acı biçimde ağlar, bu işler boşluk, yanlış kaldırmaz.”
Yineliyoruz, kim haklı çıktı?
PKK silah bırakmak istemiş de T. Erdoğan engellemiş! Silah bırakmak isteyen neden kamuoyuna açıklamamış? Yine silah bırakmak isteyen, daha ordu hiçbir PKK öbeğine silahla karışmıyorken neden kıyımlara başlar?
Bu birbirinden gülünç sözlere ne yazık ki gülemiyoruz. Çünkü yaşadıklarımız gülünemeyecek kadar acı!

 31 Temmuz 2015

Alevilik, Kürtlük, Tutarsızlık, Bilgisizlik


Günay Güner
Alevilik, Kürtlük, Tutarsızlık, Bilgisizlik
Son otuz yıldır sözde düşünce alanlarında bir köken, soy, budun (etnisite) ilgisidir gidiyor. Bu sorgulamalar, bağlanma çabaları hem de küresellik (diğer deyişle ulusun da üzerinde olduğu savlanan bir yapı) adına ortaya konuyor. Oysa yüceltilen, ulusun da altında bir ilişki biçimi olan budun olmaktadır.
Sözkonusu kimlik merakı olmasa, geçmişte olduğu gibi insanları soylarına göre bölümlemek ayıplansa, önce insan olmak önemsense kimin kendini nasıl tanımladığının da soyun sopun nereye çıktığının da önemi olmazdı. Ne ki budun kimliğini diğer tüm kimliklerinin önüne koyanlar, yüceltenler dayatmalarını sürdürünce, kimilerinin de “Hayır, öyle bir gerçeklik yok, siz o değil şu budundan geliyorsunuz” deme hakkı doğmaktadır.
Bir sözcük var ki sıklıkla dillendirilir oldu: Öteki! Budun yücelticilerini “gönüllü ötekiler” olarak adlandırmak olanaklıdır. Yüzlerce yıldır yaşadıkları topraklarda öteki olmak istemektedirler. Bu gönüllü ötekilerin arasına son yıllarda, bir “inanç” yapılanması olan Alevilik de eklenmek istendi. Bir öbek, kendini olduğundan fazla nitelikli gören “yeteneği abartılarıyla sınırlı” kişi, Alevileri gönüllü ötekileştirmenin sözcülüğüne soyundu. Avrupa Birliği bir istediyse onlar on çaba içine girdiler. Ardından gelsin seçme saçmalıklar, Ali’siz Alevilik mi istersiniz, Atatürksüz Alevilik mi? Her ikisi de bir arada mı? Nasıl istenirse. Hem bu çabaların iyi de karşılığı oluyordu. Neredeyse bir tümce uzunluğunda sanlarla kartvizit bastırmış sözcüler “sempozyum”lara, “açılım”lara, Avrupa Parlamentosu buluşmalarına çağrılıyorlar, yere göğe sığmaz “sivil toplum” dendi mi belleğe hemen, şıp deyip onların adları geliveriyordu. “Anadolu”nun kaç budunsal parçadan yapıştırıldığına, oluşturulduğuna, bunların “barbarlar”ca nasıl acımasızca “asimile” edildiğine ilişkin “fonlanan” projeler eksik olmuyordu. Kuşkusuz, bu projelerin, yazanakların her biri bilim başyapıtıydı, nesnellik örneğiydi! “Yüce Gök bereket versin!”
İyi de şu özellikle yoğunlaşılan Zazalıkla Alevilik, ne kadar zorlanırsa zorlansın pek de uyumlu duruma getirilemiyordu. Tam da “Hah oldu herhalde” derken bir tarafı elden kaçıp gidiyordu. Ne mi demek istiyoruz? Açalım: Alevilik Anadolu’ya özgü, Anadolu insanınca tasarlanmış ve yaşanmış, İslam dayanaklı bir inanç dizgesidir. Öğretisi, bir ulu kişi, bilge kişi olan Hacı Bektaş Veli tarafından belirlenmiştir. Başlıca kaynak yapıt ise onun Velayetname adlı yapıtıdır.
         
 25 Haziran 2015




Partiler, Güncel Soru(n)lar ve Aydın Tavrı

Günay Güner
Partiler, Güncel Soru(n)lar ve Aydın Tavrı
Bilimsel yasalardan “bileşik kaplar” yasasının en belirgin işlediği ülkelerden biri kuşkusuz Türkiye’dir. Ne demek istiyorum? İnanç-budun bağlarını kimlik yapısının en başına koymuş olanların saplantılarından çok da ayrı değil aydın tavrı beklenecek kesimlerdeki insanların yaklaşımları.
Oysa aynı kişilere sorulsa, çok rahatlıkla doğruyu söyleyecek, “Evet, aydın bireysel istencini yüreklice ortaya koyandır” diyeceklerdir. Ne olup bitiyorsa, güncel siyasanın, topluluklar bağlamında benmerkezci tutumların (dile getirilemeyen, ayrımında olunamayan) baskısından oluyor.
Örnek mi işte Türkiye’de en yakıcı alanlardan biri olarak beliren Kürt sorunu. Bu konuda tarihsel dayanakların günümüzü de büyük ölçüde açıkladığından kuşku yok. Yine aynı Troya Atı rollerine soyunanlar. Bunların “uygar” batıca her koşulda desteklenmesi. Bunlar ve pek çok koşutluk sözkonusu. Gerçek çok açık. Ne ki sorun yaşanan bir alan da var; bir biçimde çıkmaza sokulmuş bu (ve benzer) sorun karşısında şu an devlet siyasası, ulus-parti siyasası ne olmalıdır? Bir başka yönden soralım; kendine özgü, gerekliliklerle desteklenen esneklik alanları oluşturmalı mı yoksa (son kırk yıldır silinen) geleneksel devlet ilkeleri gereği benimsenmesi gerektiği bilinen uygulamalar ödünsüz olarak devreye sokulmalı mı? İkinci olasılığı birebir benimsemek Yugoslavya deneyiminden ders almamak anlamına da gelebilir. Sırp ağırlıklı yönetim odağı ile karşıt budunsal (giderek dinsel) güçler arasında yayılmacılarca planlanmış ve aşama aşama gerçekleştirilmiş gerilim ve çatışma büyük kıyımlarla ve parçalanmayla; ülkenin yayılmacı üssüne dönüşmesiyle, yoksullaşmasıyla sonuçlanmıştır. Bu sonuçta diğer etkenlerin yanı sıra odağın (merkezin) “şiddetli” “böldürmeme”, “parçalatmama” kaygısının da payı vardır. Türkiye özeline dönersek, verili koşullarda ilke ve katılık yaklaşımıyla yapılabilecek bir şey olamaz, düşünülemez herhalde! Geçen onyıllar içinde kırmızı değil, hiçbir renkli çizgi kalmadığı, bırakılmadığı açıkça görülüyor.
Yine ulusların kaderlerini belirleme hakkı diye bilinen alan birikiminde, en önemli liderlerden V.I. Lenin’in yaklaşımının da “Kesinlikle ayrılamazsınız” olmadığı bilinir. Ne ki “Dilersen hemen ayrıl” da değildir. Öyleyse nedir? Bu değerli, saygın anlayış şöyle açıklanabilir: Sınıfsal düzlemde öyle bir dayanışma ve özgürlük ortamı oluşturalım ki kültürel varsıllıkların da uygar ölçüler içinde, demokratik biçimde yaşandığı emekçi birlikteliği, ortaklığı “gönüllü” kurulabilsin; budunlar gönüllü katılsınlar.
O nedenledir ki hiç öyle “katı” söylemlere gerek yok; “güvenliği” kesinlikle sağlanmış, silahların gölgesinin olmadığı bir “Ayrılmak istiyor musun” oylaması en usçu çözümdür. Yazık ki bunları dillendirene rastlanmıyor. Sözcüler neredeyse birebir aynı sözcüklerle konuşuyorlar. Çok garip…
Bir diğer kırılmaya uğramış yaklaşım, doğu-batı sorunuyla ilgilidir. Ulusçu kesim sorusuz, sorgusuz bir salt doğuculuk anlayışını savunmaktadır. İbni Rüştlerin, Farabilerin, İbni Sinaların… dönemine yönelik yoğun bir yurtsama (nostalji) duygusu içindeler. Oysa o dönemin “gelişmiş”liğinin bugüne yararı yoktur. Bugün kuyrukluyıldıza araç indirip, deney yapabiliyor musun? Gerisi yurtsamadan başka bir şey değildir. Yayılmacılık karşıtlığı neden böylesi bir miyopluğa yol açsın. Bu yaklaşım Atatürkçülüğe de uymuyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün, batının kendisi için istediği ilerici, gelişmiş yaşam biçimini, düşün yapısını Türkiye için de istemesiyle, kişilikli, bağımsızlıkçı siyasası arasında hiçbir çelişki yoktur. Bu tutarlı ekin-uygarlık anlayışını doğuculuk diye anlamak, adlandırmak olanaksızdır.
Günümüzde süren seçim açıklamaları da ayrı bir tipik örnektir. Dikkat edilirse, gerici kesim bir yana bırakılırsa, başlıca iki uçta belirginleşiyor. Tutumbilimsel ağır sorunları ya hiç önemsememe ya da en öne alma başka soruna yer vermeme anlayışı!
Hep yinelemek zorunda kalıyoruz, açıklamalar saçmalıklarla dolup taşıyor. CHP ile başlayalım. Kaynak “sorunu” adına dillendirilenler hiç davası, ülküsü (hadi bu sözcüğü sevmiyorsanız) ideolojisi olan bir partinin sözlerine benziyor mu. Kaynağınız nedir, sorusunun yanıtı salt “Sarayın hortumunu kesersek…” olabilir mi. “Saray” 13 yıldır satmadık kamu girişimi bırakmamış, sen “Özelleştirmeye karşıyım, satılanları geri alacağım, yeniden kuracağım, kamu önceliğinde olacak” diyemiyorsun. 13 yıldır tek fabrika kurmamışlar, sen “Tıpkı cumhuriyetin yaptığı gibi, emekçilerin onurlu biçimde çalışıp kazanacakları, makine yapan fabrikalar kuracağım” diyemiyorsun.
Ne ki şunu da anlamamak olmaz: Türk seçmeninin davranış özellikleri üzerine yapılan en yeni alan çalışmaları, yaklaşık % 55’inin, sözkonusu (cumhuriyet, ulusçuluk, kamulaştırma, dayanışma, ortaklaşacılık…) duyarlıklarını taşımadığını ortaya koyuyor. İşte o anda da zurnanın “zırt” dediği yere gelinmiş oluyor: Nasıl oy alacaksın? Çünkü şu ya da bu nedenle seçmen bir biçimde, belirtilen duruma getirilmiş. İktidara geliş biçimin “silahlı savaş” olmayacağına göre (ki varsayım öyleyse o mantığa göre düşünür başka şeyler söyleriz) bu soru anlamsız sayılamaz: Nasıl oy alınacak?
Bu durumda “Bizim baraj sorunumuz yok” tümcesi ne anlama gelir? Mutlaka yanlışları da barındıracak, siyasal söylemler içinde büyük oranda (ulusçuluk, bağımsızlık, yayılmacılık karşıtlığı… gibi) en doğru dayanakları da işleseniz karşılığı ve zemini yoksa (ki olmadığı görülüyor) siyasa bağlamında anlamı yoktur. Hele de insanlar açlıkla, çaresizlikle boğuşuyorsa, o yakıcı gereksinimlere, bugün, şimdi ne çare bulacağınız önem kazanır.
Seslendiğimiz her iki kesim de kendince yanıtlar bulacaklardır bu eleştirilere.
Eleştirilerin, iktidara gelemediği, aydınlanmacı, usçu bir yaşam biçimini kurup soluyamadığı için, gereksinimleri yalnızca 13 yıldır değil, neredeyse seksen yıldır birikmiş, ertelenmiş bir özverili, güzel toplum adına yapıldığının da bilinmesi gerekir.
Giderek, oy önerimiz, gönlümüzden geçen odak o olduğundan değil, mantığımız, usumuz gerektirdiğindendir.
Bu pehlivan artık güreşe doydu, biline!
 4 Mayıs 2015





“İlerici” Türk Siyasasına Öneriler


Günay Güner
“İlerici” Türk Siyasasına Öneriler
Türk “ilerici” / “sol” (ki son dönemde tümüne ilerici de diyemiyoruz) siyasasının tarihi bir yanıyla da düş kırıklıkları tarihidir. Bu olgu neredeyse kural durumuna gelmiştir. Bir siyasal parti, akım, görüş beklentileri, gerçekliği karşılayan bir dönemin ardından bir de bakmışsınız tutarsızlaşmaya, siyasa manevralarına, taktik uygulamalara başvurmayı yeğlemektedir. Eleştirileri genellikle duymazdan geldiği gibi, yanıtlamak zorunluluğunda kalınırsa da siyasal güç kullanımı, geçici de olsa hedefe yönelecek birliktelikler, en azından sessizlik yöntemi duyumsatılır. Ne acı ki sözkonusu sürecin en yakıcı sonucu, siyaset başarısının başat öğesi niteliğindeki içtenliğin yitirilmesi olur.
Bir adım daha ilerletirsek, bu tür bir eğilim içindeki siyasal kurumun rakip gördüğü ve benzer uygulamalar içindeki bir diğer siyasal yapıyı, partiyi eleştiriye, her konuda en doğru karar ve anlayışların kendisinde bulunduğunu savlamaya pek hakkı kalmaz!
En baştan, kendisine sol diyen, solun getirilerinden vazgeçmeyen yayılmacı işbirlikçiliğini sakınmasız meslek edinmiş partileri dışarıda bırakıyoruz. Onları konu etmek şimdilik başka yazıların, zamanların işi olsun. Sözümüz iyileredir…
Mantık gereği şu sorunun yanıtlanması zorunludur: Siyasal amaca ulaşmak yönünde hangi yöntemi benimsiyorsunuz? Sandık mı silahlı eylem mi?
Soru kimileri için çok mu yumuşak ve basit ya da tersi?
Bu soru yaşamsal önemde ve değerdedir. Neden mi? Açıklayalım. (Kuşkusuz nesnel dayanaklarla).
Sıklıkla örnek verilen, benzer gösterilen 1919 yılının özelliğine bakalım. Mustafa Kemal Atatürk (o yıllarda Mustafa Kemal olsa da adı dönemlere ayırmak doğru değil) seçime hazırlanmıyordu; devrim yapıyordu. Koşullar oluşturulduğunda tüm halkın inancını, güvenini sağlayarak, büyük ölçüde yasal kurumları dönüştürerek, silahlı eylemle iç ve dış düşmanı tepelemek, devrim yapmak! Temel amaç budur ve tüm güç bu amaca yönlendirilmiştir. Yasal kurumları dönüştürmek dillendirilişi de önemlidir. Osmanlının yasal kurumu olan ordu dönüştürülmüştür. Çeteci durumunda kalınarak halkın özverisini katmak daha zor olabilirdi. Silahlı devrim yöntemini seçtiyseniz, başarılı olunması durumunda, harekete katılmayanlar da güce boyun eğeceklerdir. Yöntemin burada yazılığı kolaylığın tersine kalıcı acılara yol açacağı olasılığına hiç girmiyorum.
Gelelim diğer seçeneğe: Siyasal çalışmalarınızın amacı sandığa ilişkinse, sandık başarısıyla yönetime ulaşmaksa, bu durumda artık başka dayanaklara başvurmanızın anlamı olmaz. Seçim mantığına göre düşünmek zorundasınızdır.
Yanıtlanması gereken sorular ise genellikle şunlar olur: Ne yapmalıyım ki en yüksek oyu alabileyim? Bu arada halk dalkavukluğu engeline takılmamak, içtenliğimi yitirmemek için dengeyi nasıl sağlamalıyım? Hangi güçlerle, nereye değin güç birliğine girmeliyim?
Gerçekten de burada yine çok önemli ayrıntılar ülkülerden (ideal), ilkelerden kopmamak, dengeyi sağlamak, geleneğin olumlu birikimini silip süpürecek ilişkilere ve siyasal izlencelere girişmemek.
İmdi iş gelip zamanın, dönemin tinine (ruh), giderek Türkiye gibi ülkelerde yarattığı yıkıma, “toplum mühendisliği” sonuçlarına gelip dayanıyor. Kaçınılmaz olarak böyledir. Zamanın bilimsel çözümlemesi yapılmadan hiçbir siyasanın başarı şansı, olasılığı yoktur.
Türkiye gibi Üçüncü Dünya ülkelerinin ulusları (ki artık ulus tanımına söylemek bile güçleşmekte) bir kez de değil birden fazla kuşak boyu değişime uğratıldı. Türk halkının kabaca yarısı kendini uygar, çağdaş, bilimsel, ussal kimlik niteliklerine göre tanımlamıyor.
Yeni Dünya Düzeni sözcülerinin, küreselci çıkar odakları sözcülerinin ABD doları gücüyle başardıkları bu büyük aşınmayı en azından kısa erimde ortadan kaldırma olanağı bulunmuyor. Yapılacak iş kökleri, felsefeyi oluşturan temel değerlerden ödün vermeksizin halka sabırla, aşama aşama doğruları, gerçekleri anlatmaktır. Anılan iş yapılırken geçmişteki siyasal uygulamalara zamanın gerektirdiği anlayışları eklemek zorunluluğu doğar. Örneğin Kürt sorununda Sırpların konumuna, (tarihsel düşünce olarak doğrulara dayansa bile) katı bakışın acı tuzaklarına düşmemek için deyim yerindeyse “denetimli serbestlik” siyasasını uygulamak zorunda kalabilirsiniz. Köprüler tümüyle atılmadığına göre (giderek sandık bağlamında onların da geleceğini, ortak geleceğini kurmak adına) Kürtlerin aşırı beslenmiş özgüvenlerini göz önüne alan yaklaşımlar geliştirmek zorundasınız. (Kuşkusuz bambaşka, tanınmaz bir siyasal yapıya dönüşmemek üzere yapılmalıdır). Burada sözü edilen verili koşullardır. Seçimler yoluyla başarı amaçlandığı varsayımıdır.
Türkiye’de ortaçağı bile aratan kıyımları savunan, benimseyen binler, neredeyse milyonlar oluşturulmuşken, “meleklerin cinsiyetini” tartışmak, ancak yapanlara bir haz duyuracak kuramsal tartışmalara girmek anlamsız olduğu kadar, güçsüzleştiricidir. O güzel ülküyü kimden oy alarak yaratacak, gerçek kılacaksınız. Sözgelimi sosyal demokrasi tartışması böylesi bir tartışmadır. Keşke tüm aşınmışlığına karşın günümüz batı sosyal demokrasisi Türkiye’de de yaşanabilse.
Buradan hareketle hiçbir manevra adına, temel hedef olan aydınlanma karşıtı, devrim karşı güçlerle, halkın her tür değerini çalan, o küçücük beyinleriyle Türk Devrimini küçülteceğini sandıkları çokbilmiş, gülünç sözler eden, günbegün açığa çıkan gizli dinci güncelerini başaracaklarını sanan gericilerle güç birliğine girilmemelidir. Gericiliğin seçeneği gericilik olamaz. Hele de “tertip”ler uygulanmaya başlandığında, baş hedeflerden biri olarak seçildiğinde zindanlara savsözler haykırarak, mertçe meydan okuyarak girmişsen hiç yapmamalısın! Ha, yine de “taktik” diyorsan o durumda benzer işi yapan partiyi eleştiremez, kınayamazsın.
Ayrıca bu süreçte tüm gücün en verimli biçimde değerlendirilmesi gerektiğinden, meydan okuma adına açık hedef durumuna düşmemeli, daha açık deyimle başta “beyin kadro” olmak üzere her partiliyi, her aydınlanmacıyı, ilericiyi koruyan bir yöntem izlemelisin. Yüksek ses, doğrularla da beslenmişse başta çok hoş gelir ama arkası, dayanağı yoksa yarardan çok zarar verir.     
Kesin doğu yanlılığı, kesin batı karşıtlığı benimsenmesi, açıklanması çok zor bir anlayıştır. Bunu ortaya koyan birçok olayı çok sıcak biçimde yaşıyoruz. Tarihten bugüne doğunun eleştirdiği, yıktığı ve yerine yenisini kurduğu bir güçlü yapı bilmiyorum. Batı ise yayılmacı yanından kaynaklanan tüm yıkıcılığına karşın, o yanını bile eleştirecek kurumları, görece özgürlükleri yaşar kılabiliyor. Bu yetenek önemlidir. Doğu geleceğin ekonomisi, askeri gücü olacaksa bile eleştirel güçten yoksun kalacaksa bu gediği hiçbir şey dolduramaz.  
“Her olayda, konuda en doğru yargı benimdir” yaklaşımı siyasal kibir düzeyine gelirse oradan bilimsel sonuç sağlamak güçleşir; nesnelliği önler. Her zaman bir sirk aynasına bakar durumda olursunuz. Siyasal duygudaşlık, incelik, “Belki bir olasılık daha vardır” seçenek arayışı değerlidir. Tersi durumda ne mi olur? Biri de çıkar (bilerek isteyerek yapılmamış olsa da) tarihten bir dolu yanlış işi çıkarıp önünüze koyabilir. Çok ama çok doğaldır. V.I. Lenin’in dediği gibi “Yanlış, çalışılan yerde, çalışan kişilerde olur.”
Türkiye coğrafyası, (en azından 1200’lü yıllardan başlayarak) tarihte olduğu gibi gelecekte de kolay bir yaşam ülkesi olamayacağını imliyor, duyuruyor. Ülkemize olan büyük sevdamız, yaklaşık elli uygarlığın, iki yüz ekinin toprağı olması bizi her zaman savaşımcı kılacak.
Burada anlatılan olay, kişi ve kurumların gerçek yaşamla ilgileri yoktur.
Benzerlikler varsa rastlantısaldır.
Bu arada İsveç CHP örgütünü Başkan Hakan Güner’in kişiliğinde yürekten kutlar, başarılar dilerim.
Bilge Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün aydınlanma yolunda birleşerek ulaşacağımız güzel günler yakındır…
 19 Ocak 2015

     




   



Madımak Kıyımı ile Charlie Hebdo Kıyımı Özdeştir


Günay Güner
Madımak Kıyımı ile Charlie Hebdo Kıyımı Özdeştir
Yeni Dünya Düzeninin ideolojik kılıfı postmodernizmdir. Yeni Dünya Düzeni egemenleri yeryüzünü biçimlendirirken tüm gerilikleri, ilkellikleri, insanlıkdışı anlayışları besledi, geliştirdi, aymazca destekledi.
Bu anlayışa göre ilerleme düşüncesi yadsınmalıdır. Yaşam ilişkileri, biçimleri arasında ilerleme düşüncesine göre bir aşama, düzey ayrımı olmamalıdır. Her yaşam biçimi, her değerler toplamı “saygın”dır. Giderek kutsaldır, dokunulmazdır.
Bu anlayışa göre ulus devletler (uniter yapılar) budunsal (etnik) ve dinsel yapıları baskılamaktadır. Ekinlerini “asimile” etmektedir. İnsan haklarından topluluk (cemaat) haklarını anlamak gerekir. Ulus devletler bu bakışla sınıflandırılarak “haydut devlet”, “halkını öldüren devlet”  olarak duyurulanlar savaş da içinde olmak üzere her yolla değişikliğe uğratılmalı, parçalanmalı, ortadan kaldırılmalıdır.
Özellikle son kırk yılda yaşananları tarihtekiyle yan yana getirirken, günümüzün bilişim, uygulayımbilim, uzaybilim gelişmeleriyle kıyımları birlikte düşünmek gerekir. Böyle bakıldığında çelişkinin yakıcılığı daha açık ortaya çıkar. Bir yanda bu değin gelişmiş bir dünya bir diğer yanda tarihtekinden hiç de hafif olmayan, belki de daha ağır kıyım koşulları… Yetmezmiş gibi Sartre’ın, Camus’nun, Simone de Beauvoir’in Varoluşçu sorumluluğunu taşıyan aydınlar da kitleler de yok.
Amerika Birleşik Devletleri yaklaşık 3.000 yurttaşının yaşamını yitirdiği 11 Eylül 2001 kıyımının ardından bile köktenci İslamcı yönetimleri, örgütleri, kıyım örgütlerini destekledi. Yalnızca ABD değil Avrupa Birliği devletleri de aynı yaklaşımı benimsediler. Bu çok ilginçtir.
Yayılmacı gerici siyasanın en yakıcı sonucu sözkonusu hedefteki devletleri oluşturan uluslardaki ilerici unsurların baskı ve kıyımla yüz yüze kalmalarıdır. Seçim hileleri, sınırsız parasal destek…
Aydınlanmacı birikimi yıkmak için batının desteklediği anahtar sözleri anımsayalım:  “vesayet”i ortadan kaldırmak, demokrasi götürmek, kimlik, Arap baharı, asimilasyon, özgürlük, soykırım, etnik, cemaat, tarikat…
ABD’siyle, AB’siyle batının çelişki gibi görünen bu siyasası yayılmacıların çıkarlarına uygundu. Özünde çelişki yoktu. Batı hiçbir zaman üçüncü dünya ülkelerinde aydınlanmacı yönetimler, akılcı kitleler istemez. Böylesi bir aydınlanmacı durumda sömürüsünün işlemeyeceğini, tıkanacağını bilir. Her an diz çökmüş ülkeler ister ve bunu oluşturacağı siyasaları izler.
Diğer deyimle batının kıyım karşıtlığı, uygarlıkseverliği gerçekdışıdır.
İşte Charlie Hebdo kıyımı batının her zaman “kendi sınırları dışında kalacağını tasarlayarak” sürekli beslediği İslamcı ve her tür kıyımın bumerang örneği kendisine dönüşüdür.
Kuşkusuz bu gerçek bir başka gerçeği görmemeyi gerektirmiyor: İslam kendi iç yapısında ve güncel dünyasında sürekli biçimde kıyım üreten ilişkiler dayatmaktadır. Bugün şiddetin başlıca kaynağı batı değil Müslüman yönetimlerdir, onların uyuşturduğu, uslarını aldığı Müslüman halklardır.
Bu durumun batıyla, batının sözkonusu siyasasıyla ilgisi yoktur. Bu ikisi birbirinden ayrı olgulardır.
Afganistan’daki okul baskınını, 200 çocuğun öldürüldüğü kıyımı, IŞİD kıyımlarını, Boko Haram’ın 2000 kişiyi öldürdüğü kıyımı, çok sayıda Türkmenin öldürüldüğü kıyımları, daha sayılamayacak kıyımları batının siyasasıyla açıklama olanağı yoktur.
Türkiye’deki gerileşmenin boyutu da bir kez daha ve alabildiğine ağır biçimde ortaya çıktı. Sokaktaki sıradan insan Charlie Hebdo kıyımını neredeyse savunur durumdadır. Demek oluyor ki bu yaratıklar her an yine insanları bir otelde kıstırıp yakabilecek ilkelliktedirler. 
Kınamaktan kaçınan Türkiye İslamcı gericiliği turnusol kâğıdı gibi bir kez daha kıyımcı yüzüyle ortaya çıkmıştır. Kıyımı kınamamanın gerekçesi olamaz. Daha iki gün öncesine  değin “basın özgürlüğü” diye yeri göğü inleten Zaman gazetesi ve benzerleri bu acı kıyıma ilişkin hangi güçlü, kararlı tepkiyi ortaya koydular?
Maraş kıyımı, Çorum kıyımı, Taksim, Madımak, Gazi, Gezi kıyımları ile Charlie Hebdo kıyımı aynı düzlemdedir. Durum bu kadar açıktır.
Batı toplumları, ulusları ise Libya, Suriye, Irak… gibi ülkeler yayılmacı güçlerin ordularının çizmeleri, ABD, Fransa, İngiltere… uçaklarının bombaları altında kıyıma uğrarken sessiz kalmamalı, karşı durmalıdırlar!
Umarız gelecekte böyle davranmaya başlarlar. 
Çünkü görüldüğü gibi, devletleri gericiliği beslerken, bu şiddet dönüp kendilerini de vurabilmektedir. Bu bir olasılık değil bilimsel gerçektir. 

Kıyım ne olursa olsun kararlılıkla kınanmalıdır. İnsanlık da aydınlanmacı olmak da bunu gerektirir.
12 Ocak 2015 

Osmanlıca “Tepeden İnmeciliği”



Günay Güner
Osmanlıca “Tepeden İnmeciliği”
Harbi Gazete’de köşe komşum, değerli Yazar İhsan Kutlu “Osmanlıca, Türkçe, Dil ve Kültür” başlıklı yazısında Osmanlıca üzerinden Türkçeye saldırıyı çok ayrıntılı, örneklerle açıklamış. Bilincine sağlık.
Gerçekten de bu Hacı Şakir partisi yönetimi, seçmeni o güzelim cumhuriyet kurtuluş-kuruluş dönemini, gerçekdışı senaryoları gereğince, tepeden inmecilikle suçlamazlar mıydı? “Vesayet” sözcüğünü Türkçeyle uyumsuz sesletimleriyle haykırıp durmazlar mıydı? Binlerce ağacı keserken, imar değişiklikleri ve her yolla vurgun vururken, her okulu imam hatip yapma amacı ardında her yolu denerken halka sormadılar; “tepeden indiler”. Osmanlıca dersinin yaygınlaştırılması ve diğer sözde eğitim şurası kararları konusunda da halka sormadılar; “tepeden indiler”. Tıpkı ağalarının köy enstitülerini, ulus okullarını kapattıkları gibi. Onlar da ışıl ışıl enstitüleri kapatırken halka sormadılar.
Dayatma tekilci anlayışsızlığın doğasındadır. Bu kesim dayatmasız var olamaz.
Bu nedenledir ki onyıllardır kendilerine “entelektüel” süsü vermeye çalıştılarsa da başaramadılar. Sorun “doğa” sorunu.
Osmanlıcaya dönecek olursak, “aynı kesim” yine onyıllarca “yaşayan Türkçe” yaygarasıyla halkı kandırmaya çabaladı. Hem de bunu dipdiri Türkçeye saldırırken kullandı. Bakalım o bayıldıkları Osmanlıca yaşamış mı?
·         Osmanlıca, başta Arapça, Farsça olmak üzere ona yakın dilden tutam tutam katmalarla oluşturulan yapay “yazışma” dilidir.
·         Osmanlıca, Yunus Emre’nin, Kazak Abdal’ın, Pir Sultan Abdal’ın, Dadaloğlu’nun, Karacaoğlan’ın, destanların, halk öykülerinin, türkülerin… güzel Türkçesini, bugün bile aracısız, sözlüksüz anlaşılan Türkçesini aşağılamak için oluşturulmuş yazışma dilidir.
·         Osmanlıca hiçbir zaman konuşma dili, sözlü ekin dili olmamıştır. Örneğin İstanbul halkı Doğu Roma sonrası tarihi boyunca Türkçe konuşmuştur.
·         Bu nedenle Osmanlıcayla oluşturulan yazın ürünleri de ete kemiğe bürünememiş, canlılık, yaşarlık kazanamamış, “naylon” kalmıştır.
·         “Osmanlıca yazılan bir yazıyı katibine sorsanız ne yazdığını söyleyemez”, “Sözlüğe bakmadan ben de anlayamıyorum” yakınmaları günümüze Osmanlı günlerinden ulaşmıştır. Bunları söyleyenler, yazanlar dönemin dürüst aydınlarıdır, yazarlarıdır.
·         Osmanlıcanın abecesi Türkçe abece değildir, Arap abecesidir.
·         Osmanlıcanın dayandığı Arap abecesi Türk ulusu için sıradan bir abece olmayıp, bir bölümü yukarıda açıklanan nedenlerle olumsuz tarihsel içeriği ve yükü olan bir abecedir.
·         Gelişmiş, uygar ülkeler kuyruklu yıldıza araç, robot işlik indirecek aşamaya ölü dillere dönmeye çalışarak, rahip okullarını çoğaltarak, tüm okullarını rahip okulu yapmaya çalışarak ulaşmadılar. Kuyruklu yıldıza araç indiremiyorsan gerisi boştur. Çekiver kuyruğunu gitsin!
Sanırım bu kadarı şimdilik yeterli. Osmanlıca yaşayan bir dil mi ölü bir dil mi sanırım yanıtlanmıştır.

    22 Aralık 2014








İlerleme Düşüncesi, Kürtçü Siyasa, Yeni Faşizm ve Postmodernizm

Günay Güner
İlerleme Düşüncesi, Kürtçü Siyasa, Yeni Faşizm ve Postmodernizm
İnsanlığın düşünsel yanının çölleştirilmesinde bilişim alanındaki gelişmelerin kullanım biçiminin büyük etkisi oldu. Birçok sonuç ortaya çıktı ama en belirgini “ilerleme düşüncesi”nin neredeyse yok edilmesidir. İlerleme düşüncesinin kalmadığı yerde eşitsizlik, çatışma, tutsaklık üreten ilişkiler beslenir, yüceltilir. Sözkonusu duruma karşı hemen her tür eleştiri ise “kutsala”, “kimliğe” saldırı, giderek “asimilasyon” olarak görülür.
Buradan birey / aydın nedir, sorununa geçmek gerekir. Sözlük, bireyi “İnsan topluluklarını oluşturan, insanların benzer yanlarını kendinde taşımakla birlikte, kendine özgü ayırıcı özellikleri de bulunan tek canlı”, aydını ise “Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli, çağın gereksinmelerini benimseyen, değerlendirme yetisi gelişmiş (kimse)” olarak tanımlıyor.
Birey olmanın en olmazsa olmaz niteliği tam da “kendine özgü ayırıcı özellikleri de bulunan” yanından kaynaklanır. Kazanılması içinse hem özüne emek vermek hem de eleştirel olmak, yeryüzünde tek kalınsa bile bilincinde, anlağında onaylamadığı hiçbir şeyi benimsememek gerekir. Aydın olmak da böylesi bir duruşla doğrudan ilgilidir. Hangi tür olursa olsun topluluklar (cemaat, din, tarikat, mezhep, budun-etnisite, aşiret, ulus…) gerçek bireye, gerçek aydına egemen olamazlar. (Ne yazık ki tanımlarıyla yetinmeyip birey ile aydın sözcüklerinin başına “gerçek” sözcüğünü eklemek zorunda duyumsuyoruz kendimizi). Belirtilen ön bilgiye Bertrand Russell’in “Büyük İdealler” adlı yapıtındaki eşsiz önemdeki görüşler de eklenmelidir.
Oluşacak düşünsel bütünden bir sonraki tutarlılık aşamasına geçiyoruz. Kişi, birikimini insanlığın ortak, evrensel, çağdaş, nesnel, bilimsel birikiminden; sanayi-kent toplumunun değerlerinden sağlamıyorsa; özünü görece yakın saydığı görüşlere, topluluklara da eleştirel bakamıyorsa, bireyleşmiş kişi, aydın sayılamaz. Bir aşama daha “ilerlersek” aydının, insanlığın evrensel duyuncu (vicdanı) olması gerektiği söylenebilir.
Günümüzde katlanılmaz duruma gelen kırım dehşeti, binbir türlü soysuzluk, barış diye diye barışı hançerlemek bir aydın tarafından nasıl algılanmalı ve yansıtılmalıdır? İlk iş gerçeğe, nesnel bilgiye ulaşmak, ardından da her kırıma, acıya, bunu siyasa diye satmaya çalışanlara kararlılıkla, hiçbir ikileme düşmeden karşı durmaktır. (Burada da önem taşıyan eylem bilimsel bilgiye ulaşmaktır). Bugün tarihe adı kazınmış adlar böyle aydınlardır: Sartre, Camus, Russell, Beauvoir, Voltaire, Zola…
Çağımızın bilimsel bilgisine, gerçeğine, ruhuna erişmek çabasına girişildiğinde ve buna uygun çözümleme yapıldığında temel çelişkinin ve dolayısıyla çatışma alanının yayılmacılarla (emperyalizm) hedefinde olan ülkeler, uluslar, bölgeler arasında olduğu açıkça görülür. Yayılmacı devletler ise kimi kesimlerin ileri sürdüğü gibi azgelişmiş, alabildiğine sömürülmekte olan devletler değil, yeryüzü egemenlik savaşının başoyuncuları olan ABD, İngiltere’nin de içinde olduğu AB ülkeleridir. Bunlar dünyaya bir yandan “insan hakları” dersi verirken gerekli gördüklerinde hedefteki azgelişmiş ülke halkının üzerine savaş uçaklarıyla bomba yağdırırlar. “Demokrasi dersi” verirler ama saldırıya karşı yönetimlerini desteklemek için meydanlara çıkan milyonların bu “demokrat” devletler için bir önemi yoktur. Dolayısıyla sol, ilerlemeci, toplumcu, insancı görüşün temel ölçütü (kıstas) yayılmacılara (emperyalistlere), onların sonu gelmez kırımlarına öyle yarım yamalak değil cepheden karşı olunup olunmadığıdır! Evin işgal edilmişse, özgürlüğün, onurun yok edilmişse diğer konular o an için en önde sayılamaz!
Yayılmacılara hareket yetenekleri bağlamında olduklarından daha fazla bir beceri yüklemek yanlışsa da bu odakların yoğun ve yine bilimsel çalışmaların ardından kararlaştırılan uzun erimli (vadeli) planlar yaptıkları, b, c, d… seçeneklerinin bulunduğu, gereksinim duyulduğunda planların güncellendiği ama değişen yönetimlerle birlikte, taban tabana zıt şekilde kesinlikle değişmediği söylenmelidir. (Lord Curzon’un Lozan’da İsmet İnönü’ye, şimdi sürekli reddettiği istemlerini cebine koyduğu, gelecekte karşılarına borç almak için geldiklerinde cebinden çıkarıp yeniden önüne koyacağı yönündeki sözleri anımsanmalıdır).
Anılan planların günümüzdeki en bilineni Büyük Ortadoğu Planıdır ve gelecekteki onyıllar içinde hızla azalacağı bilinen enerji bölgelerini uydu, yapay, GDO’lu devletlerle dirençsiz kılmaya, kullanışlı duruma getirmeye dayanır.
Faşizmin tanımını anımsamanın tam sırasıdır: Faşizm, görece de olsa demokratik dizgenin emekçi sınıfların bilincinin, gerçek yaşama, gereksinimlere, özgürlüğe ilişkin bakışının geliştiğinin görülmesi üzerine, sözkonusu süreci önlemek amacıyla, böylesi dönemlerde anamalcılığın (kapitalizm) her düzlemde uyguladığı ya da işbirlikçilerine uygulattığı, çarpıtılmış din, çarpıtılmış ulus, çarpıtılmış etnisite özneli / odaklı şiddet, baskı, kırım, yönlendirme (manipulation) düzenidir.
Çözümlememizi sürdürüyoruz. Demek ki günümüzün hızı, ivmesi artan bilim koşullarında (hani yeni yeni deniyor ya) faşizmin (dolayısıyla faşizm karşıtlığının) ne olduğuna ilişkin bakışımızın da genişletilmesi gerekiyor. Bu bağlamda emekçilerin sınıf dayanışması gereksinimini yadsıyan, onların bilincini karartan ve yönlendiren, gerçek hedefi gizleyen hele de bunları yaparken silahı yöntem olarak kullanan her hareket de faşisttir, en koyusundan gericiliktir. Çarpıtılmış ulusçuluk (milliyetçilik) nasıl faşizmin kullanımında olabilirse, çarpıtılmış etnisitecilik de rahatlıkla olabilir, olmaktadır.
Daha Türkiye özeline gelelim. Görüntüyü yaklaştıralım. Çok kısa Türkiye siyasa tarihi: Nesnel olandan yola çıkmamakta direnen kimilerince “darbe” dense de denetleyici yüksek mahkemeleri, işçi sendikalarını kuran, üniversiteleri özerkleştiren, Marksçı klasiklerin yayımlanmasını serbest bırakan, toplumcu partileşmenin önünü açan 1961 Anayasasının sağladığı koşullarda, başlarda, hangi kökenden gelirse gelsin tüm toplumcular (sosyalistler) sınıfsal dayanışma içinde birlikte davranırlarken ne olduysa, özellikle FKF’den başlayarak “Biz Kürt olduğumuzdan ‘milli mesele’miz gereğince siz Türklerle birlikte olamayız” anlayışı egemen olmaya başladı. Oysa köyünden, kasabasından sınıf çelişkisini, yoksulluğun nedenlerini yaşayıp, öğrenip gelmiş, büyük kentte de kamunun sağladığı güzel olanaklarla üniversitede okurken Marksçı klasiklerden sınıfının bilimsel öğretisini de öğrenmiş zeki genç temel olarak DEV-GENÇ’te örgütleniyordu. Gençlik önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mahir Çayan, Doğu Perinçek ve diğer düşün ve eylem adamları, ortaçağı Türkiye’den kazımak için canlarını ortaya koyarlarken, ülkülerinin başlıca dayanağı olarak büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk’ün görüşlerini alırken ve amaçlarını yarım bırakılmış Türk Devrimini tamamlamak olarak ortaya koyarlarken (burada Fidel Castro’nun HABITAT İstanbul toplantısında Atatürk’le ilgili sözleri anımsanmalı), Kürtçü siyasayı benimseyenler yollarını çabuk ayırdılar. Daha da ilginç olan o dönemlerde gerçekten bir karşılığı olan ekinsel (kültürel), siyasal hakların 1961 Anayasasının yarattığı demokratik koşullarda, kurumlarda, ülkenin öz kaynaklarına başvurarak savunmayı istemediler. Toprak ağaları Türk egemenlerle sınıf işbirliğine girmekte, aynı partilerde çıkarlarını savunmakta sakınca görmezken Kürt genci, aydını yollarını ayırmayı seçti. Yetinmedi bir anda Hamidiye alayları benzeri silahlandı ve Türk ve diğer soylardan emekçilere ateş açmaya başladı. Bunu yapmasalar belki de ekinsel haklar tüm ulusça haklı bulunacaktı, haklara daha kısa zamanda ulaşılacaktı.
Bu arada sınıfsal bilinci gelişen Türk ulusu ardı ardına kontrgerilla (süpernato) kırımlarına uğradı. Ve en karalığı geldi: 12 Eylül 1980 faşist darbesi. 12 Eylülle başlayan dönem özelleştirme, monetarizm kavram ve uygulamalarında varlık bulurken aynı zamanda zorunlu din dersiyle ve ulus devletler tartışmasıyla da özdeşleşmiştir. Kuşkusuz darbenin şiddeti öncekilerle kıyaslanmayacak ölçüde ve tüm emek kesimlerine yöneliktir. (Örneğin Fatsa’da Terzi Fikri’nin Kürt olduğunu, Fatsa’nın ise Kürt bölgesi olduğunu herhalde kimse söyleyemez). 
Türkiye Kürt hareketinin sıklıkla yinelediği haklı bir dayanak vardır: Diyarbakır Cezaevinin tabutluğa çevrilmesi, orada korkunç işkenceler yapılmasıdır. Gerçekten de Kürt hareketine yakınlık duyun ya da duymayın insan olanın bu zulmü yapanları, o yönetimin alçak zihniyetini lanetlemesi gerekir. Ben kendi adıma orada ağır işkencelere direnenlere, baş eğmeyip yaşamını yitirenlere büyük saygı duyuyorum. Hep de duyacağım.
Diyarbakır Cezaevini “tabutluk” yapan 12 Eylül darbecileridir. Onlar için “our boys” diyen ve sonuna değin destekleyen “güçlü devlet” hangisiydi? Amerika Birleşik Devletleri. Bugün PKK, BDP, HDP siyasasını belirleyen sözcülerin toz kondurmayarak birlikte Kürdistan kurmaya çalıştıkları devlet hangisi? Amerika Birleşik Devletleri! Biri bize bu içtensizliği, ilkesizliği, Kürt olana bile düşmanlık sayılması gereken bu kötülüğü açıklamak zorundadır.
Hangi kesimden olursa olsun insanlarımız, aydınlar tarih de harita da okumayı bilmiyorlar. Herkes kendi “resmi tarih”ine kafasını gömmüş. Kimsenin belgeyle, bilgiyle işi yok. Selahattin Eyyubi’nin etnik kökeni neydi diye sorulsa bulmak için yarışılır ama o güçlü komutan kimlere karşı utku kazandı ve o karşı ilkel güçler Anadolu toprağında yaşayanlar ve bu toprak için hangi adı kullanıyorlardı sorusunu önemseyen pek çıkmaz. Yanıtlayalım: Yazılı belgelerinden kanıtlıdır ki bu yurtta yaşayan halka Türkler diyor ve “Türkleri kazıyıp yeniden geldikleri yere Asya’ya kovacağız” diyorlardı. Bir yandan da Troyalıların Türk kökenleri üzerine tartışmaktan da geri durmuyorlardı, böylesi gariplikleri de var bunların, ne çare…
Yine günümüze dönersek IŞİD’i, Kürt ve diğer halkları düşünürsek, bu kabul edilemez vahşetin, insan haklarının yok edilişinin; şu anda büyük zarar gören sözkonusu halkların çoğunun sözcülerince aymazlıkla savunulan ve onyıllardır uygulanan etnisiteci ve dinci siyasetin sonucu olduğu açık gerçektir.
Bu sözü hiç sevmem ama “biz yazmıştık, söylemiştik.” Tekilci (monist), eleştirelliğe kapalı yaşam biçimlerini sürdürenlerin ve bu yaklaşımları benimseyenlerin güçlendiklerini düşündüklerinde ya da yayılmacılarca güçlendirildiklerinde diğerlerine saldırmaları an sorunudur, kaçınılmazdır. Bu siyasayı savunanın sonuçlarından yakınmaya hakkı yoktur.
Harita okumayı bilmiyoruz. Batı ülkeleri örnek veriliyor sıklıkla. Diğer her ayrıntıyı bir an bir yana bıraksak bile, tarihte ve bugün ama özellikle de bugün o örnek verilen hangi batı ülkesinin topraklarında silah bırakmayan üstelik de silahı kurşun sıktığı devletten isteyen, onyıllardır devlet kurmayı, diğer sınır devletlerdeki parçalarıyla birleştirmeyi amaçlayan bir kırım örgütü var? Hangi batı ülkesinin dört bir yanındaki ülkelere uçaklarla bomba yağdırılmış? Patatesten, lahanadan başka bir şey üretilemeyen bir kuzey ülkesine hangi emperyalist tehdit yönelmiş?
Türkiye’nin bir Irak’a, bir Yugoslavya’ya dönüştürülmesinden (ki her gün yeni toplu gömütler çıkıyor, başlarda onlara da “Yugoslavya olarak özgür değilsiniz, kimliğiniz inkar ediliyor, size silah da verelim,” dediklerini bilenler bilir) haz duyacak bir “kardeşlik” kavramı bu satırların yazarına uzaktır.
    
 8 Eylül 2014
      
 
  
    

  


İslam Devleti (IŞİD), Türkmenler, Kürtler…

Günay Güner
İslam Devleti (IŞİD), Türkmenler, Kürtler…
Onyıllar önce yayılmacı (emperyalist) devletlerce kurulduğu bilinen İslamcı kırım örgütü,  yine aynı devletlerin haberalma örgütlerince yönlendirilmekte, insanın kanını donduran kırımlar yapmaktadır.
R. Reagan-M. Thatcher ikilisinin 1980’li yıllardan başlayarak dünyaya, azgelişmiş ülkelere dayattığı, 1990’lı yıllarda oluşan tek kutuplu dünyayla da ivmesi artan Yeni Dünya Düzeni, küreselleşme ilkelliği ortaçağı aratan kırım koşullarına değin ulaştı. Uzun zamandır çalışma hakları, toplumsal güvenlik, sınıf dayanışması, sendika kalmadığı gibi artık yaşam hakkı, can güvenliği de yok.
Konu çok ayrıntılı. Her yanıyla irdelemek bir yazının sınırlarını zorlayacak boyutlar gerektirir. Başta da belirtildiği gibi bu kırım örgütlerini kuran da ardından engellemeye çalışıyormuş görüntüsü vermeye çalışan da aynı yayılmacı güçlerdir. Bunlardan insancı hiçbir kaygı beklenemez. Örneğin ABD izlemsel (stratejik) planları gereği, ikiz kulelere yapılan 11 Eylül 2001 saldırısına, bu saldırıda 3000 yurttaşının öldürülmesine bile göz yumabildi. CIA’nın önceden bildiği kanıtlandı.
Günümüze dönersek, İslamcı kırım örgütü Türkmenleri, Ezidileri, Süryanileri, Asurileri, Keldanileri, düşman saydıkları diğer toplulukları tarihte bile görülmedik biçimde yok etmeye çalışmakta, kırımdan geçirmektedir. Kadınların, kızların ırzına geçilmesine, köle olarak satılmalarına duyarsız kalınmaktadır. Ne ki aynı zamanda IŞİD kırımının engellenmesi gerekçesiyle bölge biçimlendirilmektedir. Bu bağlamda “Bölge Kürt bölgesi yapılsın, sözde Kürdistan kurulsun, bu amaçla Türkmenler yurtlarından, Kuzey Irak’tan sökülüp atılsın diye mi IŞİD kırımının önü açıldı” sorusunun sorulması da olanaklıdır, yerindedir.
Bölgede en korumasız toplum Türkmenlerdir. (Türklerin kırıma uğraması, sürülmesi tarihte de günümüzde de “uygar” dünya için önemli olmamıştır). İlginçtir ki ne Türkiye’den ne de başka bir yerden hiçbir destek görmeyen Türkmenler kırımdan kaçarken yol üzerindeki Kürt bölgesinden de kovulmuşlardır. Sesleri çıkmadığına göre insan haklarını, küreselleşmeyi, özgürlüğü dillerinden düşürmeyen Kürt “aydın”ları da bu durumdan çok hoşnut olmalılar.
Durumdan “vazife” çıkaran Eşbaşkan Selahattin Demirtaş ise PKK’ye hem de binlerce şehit vermiş Türkiye’den silah istiyor. Gönderilirse kimse şaşırmaz.
Meğer PKK bir kırım örgütü değilmiş! Hay Allah, eli kanlı İslamcı kırımını önlemek için seferber olan bir hayır kurumuymuş. Örneğin 27 Temmuz 2008 tarihinde İstanbul Güngören ilçesinde ardı ardına iki bombanın patlatılması sonucu; beşi çocuk, biri daha doğmamış bebek olmak üzere 18 kişinin ölmesi ve 154 kişinin yaralanması ile sonuçlanan saldırıyla ilgisi olduğu söylenemez. Terhis olmuş, evine dönen 30 askeri, otobüsten indirip kurşuna dizen, yüzlerce öğretmeni, sağlıkçıyı, korucuyu, emekçiyi öldüren PKK değildir.
Kısacası bugüne değin silahlanmak, derebeylerine bağlanmak akıllarına gelmemiş Türkmenler öldürülebilir, kadınlarına, çocuklarına, gençlerine, yaşlılarına her kötülük yapılabilir, hiç sorun değil!
  4 Eylül 2014



Cumhurbaşkanlığı Seçiminin Anlamı

Günay Güner
Cumhurbaşkanlığı Seçiminin Anlamı
            Yaklaşık on beş milyon seçmenin sandığa gitmediği, yaklaşık yedi yüz bin oyun geçersiz olduğu bir seçim sonucunda yüzde elliyi kıl payı aşan bir oranla Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanlığı “hedefine”, zayıflayarak da olsa ulaştı.
            Kimi “Pirus” utkusu dese de inmek üzere çıkıyor dese de utku utkudur. Bu utkuda her boydan “muhalefet”in payı var. Önce en az sorumluluğu olan muhalefetten başlayalım. Sol siyasal örgütlerin, olasılıkları iyi çözümleyerek önceden ortaya koyabilen, bu yöndeki yetenekleri gelişmiş yapılar oldukları varsayılır. Buna göre sözgelimi iki ay, üç ay aralarla neredeyse birbirine zıt izlemler, yaklaşımlar açıklamaları doğal değildir. Hele hele her seçim ya da benzer önemde olay öncesinde “Tamam, bu kez gericiliği yıkıyoruz, iktidara geliyoruz” yolunda “duygusal” açıklamalar yapmak bilimdışıdır, giderek güvensizlik yaratıcı bir anlayıştır. Yetkin örgüt duygusal sözlerle değil bilimsel çalışmalarla siyasa belirler.
            Sorumluluğu daha ağır olan muhalefet kesimine gelirsek, sorumlulukları, bugüne değin sağ siyasetin özelliği sandığımız, sormadan, görüş almadan, seçime az kala sol seçmence tanınmayan, tanındıkça da benimsenemeyen bir kişinin “Adayımız kesinlikle budur, oyunuzu vereceksiniz, yoksa kaşıya çalışanlardansınız,” dayatması yöntemiyle aday gösterilmesiyle başladı. Yetmedi, “Gideceksiniz…” diyerek kürsülere vuruldu. Seçmen “figüran” yerine konuldu. Zaten o güne değin parti yönetiminin laikliğe ve bölünme planlarına yönelik duyarsızlığı bir tepki birikimi oluşturmuştu. Aday dayatması bunun üzerine tuz biber ekti.
            Bu durumda R. T. Erdoğan’ın kazanmasının sağlanacağını, sol seçmenin sandığa çekilmesinin olanaksızlığını belirten kesim Erdoğan’a çalışmakla suçlandı. (Oysa laikliğe, bölünme tehlikesine duyarsızlıkla Erdoğan’a çalışıldığı açık gerçekti). Bu sava göre örneğin Sayın Emine Ülker Tarhan Erdoğan’ın kazanmasına çalışan kişilerden oluyordu! Hiç inandırıcı mı. Ayakkabıcının kötü ürettiği ayakkabıyı giymedi diye suçlamak hangi iyi niyetin sonucudur. Ayakkabıcının hiç mi sorumluluğu yok. Kaldı ki hangi kesimin öngörüsünün doğru çıktığı açık. Şu da iyi anlaşılsın ki gerçeklikle ilgisi olmasa, bir TV kanalının, bir gazetenin yayımıyla bunca geniş bir kitle etkilenmez, bu sonuç oluşmazdı. Kimse bilimdışı savlarla kafa karıştırmaya çalışmasın. 
            Bir de dinlencede olanların suçlanması ki artık pes dedirtiyor. Bilen bilir ki bugüne değin ama az ama çok sol adına varlık gösterilebilmişse o dinlence nedir, bilen kesimin oyları sayesindedir. Kulluğa koşullanmış sağ seçmen, bu çarpık anlayıştakilerin gözünde saygın, dinlence yerlerinde olan sol seçmen tu kaka! Başka konularda mangalda kül bırakmayanlar, batılı kurumların öneminden dem vuranlar, iş çözümlemeye, anlamaya gelince hemen saygı çizgisi dışına çıkabiliyorlar. Halkı olarak, her yönünü yüceltmediğimiz batılı anlayışın nesnellik yönünü teslim etmemiz gerekiyor. Batılı anlayışta başat olan çözümlemedir, bilimsel anlama çabasıdır, soğukkanlılıktır. Bu bağlamda bir kesim seçmenin sandığa gitmemesi de bir karşı duruş olarak anlamlandırılır ve çözümlemeye katılır. “Bizimkilerde” öyle mi… Hakaretlerin bini bir para. Vatana ihanetle bile suçlayabiliyorlar. (Bir de ihanetin sözlük tanımına baksalar…). Unutmadan, görevi bırakmak da batılı bir davranış biçimidir, anımsatırız.
Cumhurbaşkanlığı seçimi bir gerçeği daha gösterdi: Meğer sol siyasetçinin ve aydının sağ siyasetçi ve aydından karşı görüşe öfke kusma yönünden çok da ayrılığı yokmuş! Ayrı olan seçmenmiş.
            Bir zamanlar, CHP’nin ulusalcı siyaset izlediği için başarısız olduğunu savlayanlar vardı. Neredeler acaba?
            Şimdilik bağlayacak olursak, Türkiye Türkiye olalı, Türk sol seçmeni, sözde kendi siyasetçilerinden ve aydınlarından böyle zulüm görmedi!  
          
 13 Ağustos 2014