Günay Güner
İlerleme Düşüncesi, Kürtçü Siyasa, Yeni
Faşizm ve Postmodernizm
İnsanlığın düşünsel yanının çölleştirilmesinde bilişim
alanındaki gelişmelerin kullanım biçiminin büyük etkisi oldu. Birçok sonuç
ortaya çıktı ama en belirgini “ilerleme düşüncesi”nin neredeyse yok
edilmesidir. İlerleme düşüncesinin kalmadığı yerde eşitsizlik, çatışma,
tutsaklık üreten ilişkiler beslenir, yüceltilir. Sözkonusu duruma karşı hemen
her tür eleştiri ise “kutsala”, “kimliğe” saldırı, giderek “asimilasyon” olarak
görülür.
Buradan birey / aydın nedir, sorununa geçmek gerekir. Sözlük,
bireyi “İnsan topluluklarını oluşturan, insanların benzer yanlarını kendinde
taşımakla birlikte, kendine özgü ayırıcı özellikleri de bulunan tek canlı”,
aydını ise “Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli, çağın gereksinmelerini
benimseyen, değerlendirme yetisi gelişmiş (kimse)” olarak tanımlıyor.
Birey olmanın en olmazsa olmaz niteliği tam da “kendine özgü
ayırıcı özellikleri de bulunan” yanından kaynaklanır. Kazanılması içinse hem
özüne emek vermek hem de eleştirel olmak, yeryüzünde tek kalınsa bile
bilincinde, anlağında onaylamadığı hiçbir şeyi benimsememek gerekir. Aydın
olmak da böylesi bir duruşla doğrudan ilgilidir. Hangi tür olursa olsun
topluluklar (cemaat, din, tarikat, mezhep, budun-etnisite, aşiret, ulus…) gerçek
bireye, gerçek aydına egemen olamazlar. (Ne yazık ki tanımlarıyla yetinmeyip
birey ile aydın sözcüklerinin başına “gerçek” sözcüğünü eklemek zorunda
duyumsuyoruz kendimizi). Belirtilen ön bilgiye Bertrand Russell’in “Büyük
İdealler” adlı yapıtındaki eşsiz önemdeki görüşler de eklenmelidir.
Oluşacak düşünsel bütünden bir sonraki tutarlılık aşamasına
geçiyoruz. Kişi, birikimini insanlığın ortak, evrensel, çağdaş, nesnel,
bilimsel birikiminden; sanayi-kent toplumunun değerlerinden sağlamıyorsa; özünü
görece yakın saydığı görüşlere, topluluklara da eleştirel bakamıyorsa,
bireyleşmiş kişi, aydın sayılamaz. Bir aşama daha “ilerlersek” aydının,
insanlığın evrensel duyuncu (vicdanı) olması gerektiği söylenebilir.
Günümüzde katlanılmaz duruma gelen kırım dehşeti, binbir
türlü soysuzluk, barış diye diye barışı hançerlemek bir aydın tarafından nasıl
algılanmalı ve yansıtılmalıdır? İlk iş gerçeğe, nesnel bilgiye ulaşmak,
ardından da her kırıma, acıya, bunu siyasa diye satmaya çalışanlara
kararlılıkla, hiçbir ikileme düşmeden karşı durmaktır. (Burada da önem taşıyan
eylem bilimsel bilgiye ulaşmaktır). Bugün tarihe adı kazınmış adlar böyle
aydınlardır: Sartre, Camus, Russell, Beauvoir, Voltaire, Zola…
Çağımızın bilimsel bilgisine, gerçeğine, ruhuna erişmek
çabasına girişildiğinde ve buna uygun çözümleme yapıldığında temel çelişkinin
ve dolayısıyla çatışma alanının yayılmacılarla (emperyalizm) hedefinde olan
ülkeler, uluslar, bölgeler arasında olduğu açıkça görülür. Yayılmacı devletler
ise kimi kesimlerin ileri sürdüğü gibi azgelişmiş, alabildiğine sömürülmekte
olan devletler değil, yeryüzü egemenlik savaşının başoyuncuları olan ABD,
İngiltere’nin de içinde olduğu AB ülkeleridir. Bunlar dünyaya bir yandan “insan
hakları” dersi verirken gerekli gördüklerinde hedefteki azgelişmiş ülke
halkının üzerine savaş uçaklarıyla bomba yağdırırlar. “Demokrasi dersi”
verirler ama saldırıya karşı yönetimlerini desteklemek için meydanlara çıkan
milyonların bu “demokrat” devletler için bir önemi yoktur. Dolayısıyla sol, ilerlemeci, toplumcu, insancı görüşün temel ölçütü
(kıstas) yayılmacılara (emperyalistlere), onların sonu gelmez kırımlarına öyle
yarım yamalak değil cepheden karşı olunup olunmadığıdır! Evin işgal edilmişse,
özgürlüğün, onurun yok edilmişse diğer konular o an için en önde sayılamaz!
Yayılmacılara hareket yetenekleri bağlamında olduklarından
daha fazla bir beceri yüklemek yanlışsa da bu odakların yoğun ve yine bilimsel
çalışmaların ardından kararlaştırılan uzun erimli (vadeli) planlar yaptıkları,
b, c, d… seçeneklerinin bulunduğu, gereksinim duyulduğunda planların
güncellendiği ama değişen yönetimlerle birlikte, taban tabana zıt şekilde
kesinlikle değişmediği söylenmelidir. (Lord Curzon’un Lozan’da İsmet İnönü’ye,
şimdi sürekli reddettiği istemlerini cebine koyduğu, gelecekte karşılarına borç
almak için geldiklerinde cebinden çıkarıp yeniden önüne koyacağı yönündeki
sözleri anımsanmalıdır).
Anılan planların günümüzdeki en bilineni Büyük Ortadoğu
Planıdır ve gelecekteki onyıllar içinde hızla azalacağı bilinen enerji
bölgelerini uydu, yapay, GDO’lu devletlerle dirençsiz kılmaya, kullanışlı
duruma getirmeye dayanır.
Faşizmin tanımını anımsamanın tam sırasıdır: Faşizm, görece
de olsa demokratik dizgenin emekçi sınıfların bilincinin, gerçek yaşama,
gereksinimlere, özgürlüğe ilişkin bakışının geliştiğinin görülmesi üzerine, sözkonusu
süreci önlemek amacıyla, böylesi dönemlerde anamalcılığın (kapitalizm) her
düzlemde uyguladığı ya da işbirlikçilerine uygulattığı, çarpıtılmış din,
çarpıtılmış ulus, çarpıtılmış etnisite özneli / odaklı şiddet, baskı, kırım,
yönlendirme (manipulation) düzenidir.
Çözümlememizi sürdürüyoruz. Demek ki günümüzün hızı, ivmesi
artan bilim koşullarında (hani yeni yeni deniyor ya) faşizmin (dolayısıyla
faşizm karşıtlığının) ne olduğuna ilişkin bakışımızın da genişletilmesi
gerekiyor. Bu bağlamda emekçilerin sınıf dayanışması gereksinimini yadsıyan, onların
bilincini karartan ve yönlendiren, gerçek hedefi gizleyen hele de bunları
yaparken silahı yöntem olarak kullanan her hareket de faşisttir, en koyusundan
gericiliktir. Çarpıtılmış ulusçuluk (milliyetçilik) nasıl faşizmin kullanımında
olabilirse, çarpıtılmış etnisitecilik de rahatlıkla olabilir, olmaktadır.
Daha Türkiye özeline gelelim. Görüntüyü yaklaştıralım. Çok
kısa Türkiye siyasa tarihi: Nesnel olandan yola çıkmamakta direnen kimilerince
“darbe” dense de denetleyici yüksek mahkemeleri, işçi sendikalarını kuran,
üniversiteleri özerkleştiren, Marksçı klasiklerin yayımlanmasını serbest
bırakan, toplumcu partileşmenin önünü açan 1961 Anayasasının sağladığı
koşullarda, başlarda, hangi kökenden gelirse gelsin tüm toplumcular
(sosyalistler) sınıfsal dayanışma içinde birlikte davranırlarken ne olduysa,
özellikle FKF’den başlayarak “Biz Kürt olduğumuzdan ‘milli mesele’miz gereğince
siz Türklerle birlikte olamayız” anlayışı egemen olmaya başladı. Oysa köyünden,
kasabasından sınıf çelişkisini, yoksulluğun nedenlerini yaşayıp, öğrenip
gelmiş, büyük kentte de kamunun sağladığı güzel olanaklarla üniversitede
okurken Marksçı klasiklerden sınıfının bilimsel öğretisini de öğrenmiş zeki
genç temel olarak DEV-GENÇ’te örgütleniyordu. Gençlik önderleri Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mahir Çayan, Doğu Perinçek ve diğer düşün ve eylem adamları,
ortaçağı Türkiye’den kazımak için canlarını ortaya koyarlarken, ülkülerinin
başlıca dayanağı olarak büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk’ün görüşlerini
alırken ve amaçlarını yarım bırakılmış Türk Devrimini tamamlamak olarak ortaya
koyarlarken (burada Fidel Castro’nun HABITAT İstanbul toplantısında Atatürk’le
ilgili sözleri anımsanmalı), Kürtçü siyasayı benimseyenler yollarını çabuk
ayırdılar. Daha da ilginç olan o dönemlerde gerçekten bir karşılığı olan
ekinsel (kültürel), siyasal hakların 1961 Anayasasının yarattığı demokratik
koşullarda, kurumlarda, ülkenin öz kaynaklarına başvurarak savunmayı
istemediler. Toprak ağaları Türk egemenlerle sınıf işbirliğine girmekte, aynı
partilerde çıkarlarını savunmakta sakınca görmezken Kürt genci, aydını yollarını
ayırmayı seçti. Yetinmedi bir anda Hamidiye alayları benzeri silahlandı ve Türk
ve diğer soylardan emekçilere ateş açmaya başladı. Bunu yapmasalar belki de
ekinsel haklar tüm ulusça haklı bulunacaktı, haklara daha kısa zamanda
ulaşılacaktı.
Bu arada sınıfsal bilinci gelişen Türk ulusu ardı ardına
kontrgerilla (süpernato) kırımlarına uğradı. Ve en karalığı geldi: 12 Eylül
1980 faşist darbesi. 12 Eylülle başlayan dönem özelleştirme, monetarizm kavram
ve uygulamalarında varlık bulurken aynı zamanda zorunlu din dersiyle ve ulus
devletler tartışmasıyla da özdeşleşmiştir. Kuşkusuz darbenin şiddeti
öncekilerle kıyaslanmayacak ölçüde ve tüm emek kesimlerine yöneliktir. (Örneğin
Fatsa’da Terzi Fikri’nin Kürt olduğunu, Fatsa’nın ise Kürt bölgesi olduğunu
herhalde kimse söyleyemez).
Türkiye Kürt hareketinin sıklıkla yinelediği haklı bir
dayanak vardır: Diyarbakır Cezaevinin tabutluğa çevrilmesi, orada korkunç
işkenceler yapılmasıdır. Gerçekten de Kürt hareketine yakınlık duyun ya da
duymayın insan olanın bu zulmü yapanları, o yönetimin alçak zihniyetini
lanetlemesi gerekir. Ben kendi adıma orada ağır işkencelere direnenlere, baş
eğmeyip yaşamını yitirenlere büyük saygı duyuyorum. Hep de duyacağım.
Diyarbakır Cezaevini “tabutluk” yapan 12 Eylül
darbecileridir. Onlar için “our boys” diyen ve sonuna değin destekleyen “güçlü
devlet” hangisiydi? Amerika Birleşik Devletleri. Bugün PKK, BDP, HDP siyasasını
belirleyen sözcülerin toz kondurmayarak birlikte Kürdistan kurmaya çalıştıkları
devlet hangisi? Amerika Birleşik Devletleri! Biri bize bu içtensizliği, ilkesizliği,
Kürt olana bile düşmanlık sayılması gereken bu kötülüğü açıklamak zorundadır.
Hangi kesimden olursa olsun insanlarımız, aydınlar tarih de
harita da okumayı bilmiyorlar. Herkes kendi “resmi tarih”ine kafasını gömmüş.
Kimsenin belgeyle, bilgiyle işi yok. Selahattin Eyyubi’nin etnik kökeni neydi
diye sorulsa bulmak için yarışılır ama o güçlü komutan kimlere karşı utku
kazandı ve o karşı ilkel güçler Anadolu toprağında yaşayanlar ve bu toprak için
hangi adı kullanıyorlardı sorusunu önemseyen pek çıkmaz. Yanıtlayalım: Yazılı
belgelerinden kanıtlıdır ki bu yurtta yaşayan halka Türkler diyor ve “Türkleri
kazıyıp yeniden geldikleri yere Asya’ya kovacağız” diyorlardı. Bir yandan da
Troyalıların Türk kökenleri üzerine tartışmaktan da geri durmuyorlardı, böylesi
gariplikleri de var bunların, ne çare…
Yine günümüze dönersek IŞİD’i, Kürt ve diğer halkları
düşünürsek, bu kabul edilemez vahşetin, insan haklarının yok edilişinin; şu
anda büyük zarar gören sözkonusu halkların çoğunun sözcülerince aymazlıkla
savunulan ve onyıllardır uygulanan etnisiteci ve dinci siyasetin sonucu olduğu
açık gerçektir.
Bu sözü hiç sevmem ama “biz yazmıştık, söylemiştik.” Tekilci
(monist), eleştirelliğe kapalı yaşam biçimlerini sürdürenlerin ve bu
yaklaşımları benimseyenlerin güçlendiklerini düşündüklerinde ya da
yayılmacılarca güçlendirildiklerinde diğerlerine saldırmaları an sorunudur,
kaçınılmazdır. Bu siyasayı savunanın sonuçlarından yakınmaya hakkı yoktur.
Harita okumayı bilmiyoruz. Batı ülkeleri örnek veriliyor
sıklıkla. Diğer her ayrıntıyı bir an bir yana bıraksak bile, tarihte ve bugün
ama özellikle de bugün o örnek verilen hangi batı ülkesinin topraklarında silah
bırakmayan üstelik de silahı kurşun sıktığı devletten isteyen, onyıllardır devlet
kurmayı, diğer sınır devletlerdeki parçalarıyla birleştirmeyi amaçlayan bir
kırım örgütü var? Hangi batı ülkesinin dört bir yanındaki ülkelere uçaklarla
bomba yağdırılmış? Patatesten, lahanadan başka bir şey üretilemeyen bir kuzey
ülkesine hangi emperyalist tehdit yönelmiş?
Türkiye’nin bir Irak’a, bir Yugoslavya’ya dönüştürülmesinden
(ki her gün yeni toplu gömütler çıkıyor, başlarda onlara da “Yugoslavya olarak
özgür değilsiniz, kimliğiniz inkar ediliyor, size silah da verelim,”
dediklerini bilenler bilir) haz duyacak bir “kardeşlik” kavramı bu satırların
yazarına uzaktır.
8 Eylül 2014