Cuma, Eylül 18, 2015

İlerleme Düşüncesi, Kürtçü Siyasa, Yeni Faşizm ve Postmodernizm

Günay Güner
İlerleme Düşüncesi, Kürtçü Siyasa, Yeni Faşizm ve Postmodernizm
İnsanlığın düşünsel yanının çölleştirilmesinde bilişim alanındaki gelişmelerin kullanım biçiminin büyük etkisi oldu. Birçok sonuç ortaya çıktı ama en belirgini “ilerleme düşüncesi”nin neredeyse yok edilmesidir. İlerleme düşüncesinin kalmadığı yerde eşitsizlik, çatışma, tutsaklık üreten ilişkiler beslenir, yüceltilir. Sözkonusu duruma karşı hemen her tür eleştiri ise “kutsala”, “kimliğe” saldırı, giderek “asimilasyon” olarak görülür.
Buradan birey / aydın nedir, sorununa geçmek gerekir. Sözlük, bireyi “İnsan topluluklarını oluşturan, insanların benzer yanlarını kendinde taşımakla birlikte, kendine özgü ayırıcı özellikleri de bulunan tek canlı”, aydını ise “Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli, çağın gereksinmelerini benimseyen, değerlendirme yetisi gelişmiş (kimse)” olarak tanımlıyor.
Birey olmanın en olmazsa olmaz niteliği tam da “kendine özgü ayırıcı özellikleri de bulunan” yanından kaynaklanır. Kazanılması içinse hem özüne emek vermek hem de eleştirel olmak, yeryüzünde tek kalınsa bile bilincinde, anlağında onaylamadığı hiçbir şeyi benimsememek gerekir. Aydın olmak da böylesi bir duruşla doğrudan ilgilidir. Hangi tür olursa olsun topluluklar (cemaat, din, tarikat, mezhep, budun-etnisite, aşiret, ulus…) gerçek bireye, gerçek aydına egemen olamazlar. (Ne yazık ki tanımlarıyla yetinmeyip birey ile aydın sözcüklerinin başına “gerçek” sözcüğünü eklemek zorunda duyumsuyoruz kendimizi). Belirtilen ön bilgiye Bertrand Russell’in “Büyük İdealler” adlı yapıtındaki eşsiz önemdeki görüşler de eklenmelidir.
Oluşacak düşünsel bütünden bir sonraki tutarlılık aşamasına geçiyoruz. Kişi, birikimini insanlığın ortak, evrensel, çağdaş, nesnel, bilimsel birikiminden; sanayi-kent toplumunun değerlerinden sağlamıyorsa; özünü görece yakın saydığı görüşlere, topluluklara da eleştirel bakamıyorsa, bireyleşmiş kişi, aydın sayılamaz. Bir aşama daha “ilerlersek” aydının, insanlığın evrensel duyuncu (vicdanı) olması gerektiği söylenebilir.
Günümüzde katlanılmaz duruma gelen kırım dehşeti, binbir türlü soysuzluk, barış diye diye barışı hançerlemek bir aydın tarafından nasıl algılanmalı ve yansıtılmalıdır? İlk iş gerçeğe, nesnel bilgiye ulaşmak, ardından da her kırıma, acıya, bunu siyasa diye satmaya çalışanlara kararlılıkla, hiçbir ikileme düşmeden karşı durmaktır. (Burada da önem taşıyan eylem bilimsel bilgiye ulaşmaktır). Bugün tarihe adı kazınmış adlar böyle aydınlardır: Sartre, Camus, Russell, Beauvoir, Voltaire, Zola…
Çağımızın bilimsel bilgisine, gerçeğine, ruhuna erişmek çabasına girişildiğinde ve buna uygun çözümleme yapıldığında temel çelişkinin ve dolayısıyla çatışma alanının yayılmacılarla (emperyalizm) hedefinde olan ülkeler, uluslar, bölgeler arasında olduğu açıkça görülür. Yayılmacı devletler ise kimi kesimlerin ileri sürdüğü gibi azgelişmiş, alabildiğine sömürülmekte olan devletler değil, yeryüzü egemenlik savaşının başoyuncuları olan ABD, İngiltere’nin de içinde olduğu AB ülkeleridir. Bunlar dünyaya bir yandan “insan hakları” dersi verirken gerekli gördüklerinde hedefteki azgelişmiş ülke halkının üzerine savaş uçaklarıyla bomba yağdırırlar. “Demokrasi dersi” verirler ama saldırıya karşı yönetimlerini desteklemek için meydanlara çıkan milyonların bu “demokrat” devletler için bir önemi yoktur. Dolayısıyla sol, ilerlemeci, toplumcu, insancı görüşün temel ölçütü (kıstas) yayılmacılara (emperyalistlere), onların sonu gelmez kırımlarına öyle yarım yamalak değil cepheden karşı olunup olunmadığıdır! Evin işgal edilmişse, özgürlüğün, onurun yok edilmişse diğer konular o an için en önde sayılamaz!
Yayılmacılara hareket yetenekleri bağlamında olduklarından daha fazla bir beceri yüklemek yanlışsa da bu odakların yoğun ve yine bilimsel çalışmaların ardından kararlaştırılan uzun erimli (vadeli) planlar yaptıkları, b, c, d… seçeneklerinin bulunduğu, gereksinim duyulduğunda planların güncellendiği ama değişen yönetimlerle birlikte, taban tabana zıt şekilde kesinlikle değişmediği söylenmelidir. (Lord Curzon’un Lozan’da İsmet İnönü’ye, şimdi sürekli reddettiği istemlerini cebine koyduğu, gelecekte karşılarına borç almak için geldiklerinde cebinden çıkarıp yeniden önüne koyacağı yönündeki sözleri anımsanmalıdır).
Anılan planların günümüzdeki en bilineni Büyük Ortadoğu Planıdır ve gelecekteki onyıllar içinde hızla azalacağı bilinen enerji bölgelerini uydu, yapay, GDO’lu devletlerle dirençsiz kılmaya, kullanışlı duruma getirmeye dayanır.
Faşizmin tanımını anımsamanın tam sırasıdır: Faşizm, görece de olsa demokratik dizgenin emekçi sınıfların bilincinin, gerçek yaşama, gereksinimlere, özgürlüğe ilişkin bakışının geliştiğinin görülmesi üzerine, sözkonusu süreci önlemek amacıyla, böylesi dönemlerde anamalcılığın (kapitalizm) her düzlemde uyguladığı ya da işbirlikçilerine uygulattığı, çarpıtılmış din, çarpıtılmış ulus, çarpıtılmış etnisite özneli / odaklı şiddet, baskı, kırım, yönlendirme (manipulation) düzenidir.
Çözümlememizi sürdürüyoruz. Demek ki günümüzün hızı, ivmesi artan bilim koşullarında (hani yeni yeni deniyor ya) faşizmin (dolayısıyla faşizm karşıtlığının) ne olduğuna ilişkin bakışımızın da genişletilmesi gerekiyor. Bu bağlamda emekçilerin sınıf dayanışması gereksinimini yadsıyan, onların bilincini karartan ve yönlendiren, gerçek hedefi gizleyen hele de bunları yaparken silahı yöntem olarak kullanan her hareket de faşisttir, en koyusundan gericiliktir. Çarpıtılmış ulusçuluk (milliyetçilik) nasıl faşizmin kullanımında olabilirse, çarpıtılmış etnisitecilik de rahatlıkla olabilir, olmaktadır.
Daha Türkiye özeline gelelim. Görüntüyü yaklaştıralım. Çok kısa Türkiye siyasa tarihi: Nesnel olandan yola çıkmamakta direnen kimilerince “darbe” dense de denetleyici yüksek mahkemeleri, işçi sendikalarını kuran, üniversiteleri özerkleştiren, Marksçı klasiklerin yayımlanmasını serbest bırakan, toplumcu partileşmenin önünü açan 1961 Anayasasının sağladığı koşullarda, başlarda, hangi kökenden gelirse gelsin tüm toplumcular (sosyalistler) sınıfsal dayanışma içinde birlikte davranırlarken ne olduysa, özellikle FKF’den başlayarak “Biz Kürt olduğumuzdan ‘milli mesele’miz gereğince siz Türklerle birlikte olamayız” anlayışı egemen olmaya başladı. Oysa köyünden, kasabasından sınıf çelişkisini, yoksulluğun nedenlerini yaşayıp, öğrenip gelmiş, büyük kentte de kamunun sağladığı güzel olanaklarla üniversitede okurken Marksçı klasiklerden sınıfının bilimsel öğretisini de öğrenmiş zeki genç temel olarak DEV-GENÇ’te örgütleniyordu. Gençlik önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mahir Çayan, Doğu Perinçek ve diğer düşün ve eylem adamları, ortaçağı Türkiye’den kazımak için canlarını ortaya koyarlarken, ülkülerinin başlıca dayanağı olarak büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk’ün görüşlerini alırken ve amaçlarını yarım bırakılmış Türk Devrimini tamamlamak olarak ortaya koyarlarken (burada Fidel Castro’nun HABITAT İstanbul toplantısında Atatürk’le ilgili sözleri anımsanmalı), Kürtçü siyasayı benimseyenler yollarını çabuk ayırdılar. Daha da ilginç olan o dönemlerde gerçekten bir karşılığı olan ekinsel (kültürel), siyasal hakların 1961 Anayasasının yarattığı demokratik koşullarda, kurumlarda, ülkenin öz kaynaklarına başvurarak savunmayı istemediler. Toprak ağaları Türk egemenlerle sınıf işbirliğine girmekte, aynı partilerde çıkarlarını savunmakta sakınca görmezken Kürt genci, aydını yollarını ayırmayı seçti. Yetinmedi bir anda Hamidiye alayları benzeri silahlandı ve Türk ve diğer soylardan emekçilere ateş açmaya başladı. Bunu yapmasalar belki de ekinsel haklar tüm ulusça haklı bulunacaktı, haklara daha kısa zamanda ulaşılacaktı.
Bu arada sınıfsal bilinci gelişen Türk ulusu ardı ardına kontrgerilla (süpernato) kırımlarına uğradı. Ve en karalığı geldi: 12 Eylül 1980 faşist darbesi. 12 Eylülle başlayan dönem özelleştirme, monetarizm kavram ve uygulamalarında varlık bulurken aynı zamanda zorunlu din dersiyle ve ulus devletler tartışmasıyla da özdeşleşmiştir. Kuşkusuz darbenin şiddeti öncekilerle kıyaslanmayacak ölçüde ve tüm emek kesimlerine yöneliktir. (Örneğin Fatsa’da Terzi Fikri’nin Kürt olduğunu, Fatsa’nın ise Kürt bölgesi olduğunu herhalde kimse söyleyemez). 
Türkiye Kürt hareketinin sıklıkla yinelediği haklı bir dayanak vardır: Diyarbakır Cezaevinin tabutluğa çevrilmesi, orada korkunç işkenceler yapılmasıdır. Gerçekten de Kürt hareketine yakınlık duyun ya da duymayın insan olanın bu zulmü yapanları, o yönetimin alçak zihniyetini lanetlemesi gerekir. Ben kendi adıma orada ağır işkencelere direnenlere, baş eğmeyip yaşamını yitirenlere büyük saygı duyuyorum. Hep de duyacağım.
Diyarbakır Cezaevini “tabutluk” yapan 12 Eylül darbecileridir. Onlar için “our boys” diyen ve sonuna değin destekleyen “güçlü devlet” hangisiydi? Amerika Birleşik Devletleri. Bugün PKK, BDP, HDP siyasasını belirleyen sözcülerin toz kondurmayarak birlikte Kürdistan kurmaya çalıştıkları devlet hangisi? Amerika Birleşik Devletleri! Biri bize bu içtensizliği, ilkesizliği, Kürt olana bile düşmanlık sayılması gereken bu kötülüğü açıklamak zorundadır.
Hangi kesimden olursa olsun insanlarımız, aydınlar tarih de harita da okumayı bilmiyorlar. Herkes kendi “resmi tarih”ine kafasını gömmüş. Kimsenin belgeyle, bilgiyle işi yok. Selahattin Eyyubi’nin etnik kökeni neydi diye sorulsa bulmak için yarışılır ama o güçlü komutan kimlere karşı utku kazandı ve o karşı ilkel güçler Anadolu toprağında yaşayanlar ve bu toprak için hangi adı kullanıyorlardı sorusunu önemseyen pek çıkmaz. Yanıtlayalım: Yazılı belgelerinden kanıtlıdır ki bu yurtta yaşayan halka Türkler diyor ve “Türkleri kazıyıp yeniden geldikleri yere Asya’ya kovacağız” diyorlardı. Bir yandan da Troyalıların Türk kökenleri üzerine tartışmaktan da geri durmuyorlardı, böylesi gariplikleri de var bunların, ne çare…
Yine günümüze dönersek IŞİD’i, Kürt ve diğer halkları düşünürsek, bu kabul edilemez vahşetin, insan haklarının yok edilişinin; şu anda büyük zarar gören sözkonusu halkların çoğunun sözcülerince aymazlıkla savunulan ve onyıllardır uygulanan etnisiteci ve dinci siyasetin sonucu olduğu açık gerçektir.
Bu sözü hiç sevmem ama “biz yazmıştık, söylemiştik.” Tekilci (monist), eleştirelliğe kapalı yaşam biçimlerini sürdürenlerin ve bu yaklaşımları benimseyenlerin güçlendiklerini düşündüklerinde ya da yayılmacılarca güçlendirildiklerinde diğerlerine saldırmaları an sorunudur, kaçınılmazdır. Bu siyasayı savunanın sonuçlarından yakınmaya hakkı yoktur.
Harita okumayı bilmiyoruz. Batı ülkeleri örnek veriliyor sıklıkla. Diğer her ayrıntıyı bir an bir yana bıraksak bile, tarihte ve bugün ama özellikle de bugün o örnek verilen hangi batı ülkesinin topraklarında silah bırakmayan üstelik de silahı kurşun sıktığı devletten isteyen, onyıllardır devlet kurmayı, diğer sınır devletlerdeki parçalarıyla birleştirmeyi amaçlayan bir kırım örgütü var? Hangi batı ülkesinin dört bir yanındaki ülkelere uçaklarla bomba yağdırılmış? Patatesten, lahanadan başka bir şey üretilemeyen bir kuzey ülkesine hangi emperyalist tehdit yönelmiş?
Türkiye’nin bir Irak’a, bir Yugoslavya’ya dönüştürülmesinden (ki her gün yeni toplu gömütler çıkıyor, başlarda onlara da “Yugoslavya olarak özgür değilsiniz, kimliğiniz inkar ediliyor, size silah da verelim,” dediklerini bilenler bilir) haz duyacak bir “kardeşlik” kavramı bu satırların yazarına uzaktır.
    
 8 Eylül 2014
      
 
  
    

  


Hiç yorum yok: