Cuma, Eylül 18, 2015

Türk Silahlı Kuvvetleri ve Yeni Dünya Düzeni







Türk Silahlı Kuvvetleri ve Yeni Dünya Düzeni

Günay Güner


            Bilimsel bakış her kurumu, her olguyu dönemsel koşulları içinde değerlendirmeyi gerektirir. Aksi durumda tek parça bir yaklaşım ortaya çıkar ki gerçeğe ulaştırması olanaksızdır. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) konusunda da yöntem bu olmalıdır.
            Çanakkale’de yayılmacılara (emperyalistlere) yeryüzünün ilk tokadını atmayı başaran Mustafa Kemal’in komutasındaki ordudur. Çanakkale ulus olmamızın tohumudur. Osmanlı’nın zavallılaşmasının sonucunda Sevr Antlaşması’yla zincire vurulmuşken o zinciri parçalayan, çıkış yolunu açan ordudur. Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nı utkuyla sonuçlandırarak özgürlüğümüzü sağlayan, ardından Cumhuriyet’i kuran ordudur.
            Cumhuriyet kul ilişkisine dayanan derebeyliği yıkmayı, yerine görece özgürleşen, eşitleşen yurttaş ilişkisini kökleştirmeyi amaçladığından sınıf çatışması şiddetlendi. Derebeyi-şeyh-bürokrat-yayılmacı birliği 1937’den başlayarak atağa geçmekte gecikmedi. 1950’de çok partili Demokrat Parti döneme geçilmesiyle sözkonusu yayılmacı birliği her alanda dizgeli saldırıya geçti. Cumhuriyet’in emekçi kitleler yararına yarattığı kazanımların ortadan kalkacağını gören TSK 1960 Devrimiyle gericiliğe, yayılmacı kalkışmaya engel oldu. 1961 Anayasası Türkiye’nin en özgürlükçü anayasasıdır, yapan güç ordudur. Burada bir savı daha yanıtlamak gerekir. 1960 Devrimi’nin ABD’nin bilgisi içinde yapıldığı zaman zaman Aydınlanmacı yazarlarca da ileri sürülür. Burada açık bir mantık yanlışı var. ABD’nin bilgisi, haber alma yeteneği olması, 1960 Devrimi’ni benimsediği, desteklediği anlamına gelmez. Haberli olmasıyla, yaptırması tümüyle başka şeylerdir. Onun engel olamayacağı durumlar oluşabilmektedir. Sonraki dönemlerdeki Kıbrıs Barış Harekatı, haşhaş ekim kararı böylesi önemli örneklerdir, kanıtlardır. ABD’nin Türk emekçisinin sendikalaşmasını, basın yayın özgürlüğünü, ekonomik planlamayı, Anayasa Mahkemesi’ni… isteyeceği düşünülebilir mi? Adnan Menderes’in son anda SSCB’ye yönelmek istediği savı durumu yeterince açıklamıyor. Ayrıca ülke ekonomilerinin istem genişletecek biçimde yeniden yapılanmasını, buna bağlı olarak baskıların azaltılmasını, demokratik yönetimlere geçilmesini ABD’nin bir izlence olarak uygulamak istediği savı da yeterince kanıtlanabilecek, mantıksal düzlemde açıklanabilecek bir sav değildir. Çünkü ABD sözgelimi 1963 – 1973 arasında 10 yıl Vietnam Savaşı’nı; birçok Latin Amerika diktatörlüğünü onyıllarca acımasızca sürdürmüştür.
            Yeniden TSK-ulus ilişkisine dönersek 1970’li yıllarla birlikte ABD, NATO uygulamalarını etkin biçimde kullanarak Türk subaylarının önemli bir bölümünü birer ABD sempatizanı, komünizm düşmanı, gladyo görevlisi olarak yetiştirmeyi başarmıştır. Hak, eşitlik, özgürlük, barış bilinci hızla gelişen Türk ulusuna, aydınına, gencine karşı askersel faşist yönetimler kurularak sindirme, korku salma, yok etme amaçlı saldırılara girişilmiştir. 1961 Anayasası hedefe konarak aşındırılmıştır. Haşhaş ekim kararının ABD’ye karşın alınması, Kıbrıs Barış Harekatı’nın yapılmasının ardından ABD’nin “hizaya çekme”, öç alma saldırıları sürmüştür. Türkiye üzerine ambargo koymuş, insanın kanını donduran kıyımlar (Maraş, Çorum, 1 Mayıs Taksim…) yaptırmış, onlarca komando kampı kurdurarak “siviller”den oluşan silahlı güçler eğitmiş, ülkeye büyük bir iç savaş yaşatmıştır.
            Bu ortamla 12 Eylül 1980 faşist darbesi yapılmıştır. 12 Eylül başından sonuna tam bir ABD yapımıdır. Bugün ülkede gericilik adına gördüğümüz tüm mevzilerin kazıcısı, hazırlayıcısı 12 Eylül darbecileri ve yanı başındaki ABD’dir. Türk Devriminin, Cumhuriyet’in yıkımı, parçalanma planı aşama aşama o günlerde hazırlanmıştır. En gerici anayasa yazıldığı gibi emekçiler, aydınlar görülmedik bir işkenceden, kıyımdan geçirilmiştir. 1990’lı yıllarla birlikte doğu blokunun, SSCB’nin çökmesiyle tek merkezli dünya, salt ABD egemenliği, giderek faşizmi hızla kurulmaya başlanmıştır. Dünya ölçeğinde dayatılan bu izlence tartışmasız liberalizm, özelleştirme, kamunun yok edilmesi, ulus devletlerin sonlandırılması, budunsal ve dinsel ayrılıkçılık, ABD’nin, izin verdiği ölçüde AB’nin her yere girişi demektir. Küreselleşmedir, Yeni Dünya Düzenidir.
            Bu bağlamda Türk ulusunun gönlüne, kurulan sağlam kurumlara (ki biri de TSK’dir) dayanan Atatürk Devrimi yok edilmeden sözkonusu ABD planının başarılmasının, 22 ülke sınırının değiştirilmesinin, taşeron – paralı sömürge ordusu, ulus yerine onursuz bir güruh oluşturmanın olanaksızlığını ABD herkesten iyi bilmektedir. Onlarca Atatürkçü aydının öldürülmeleri bundandır. Gericilerce sıklıkla bahane gösterilen 28 Şubat 1997 kararları, tüm kafa bulandırma çabalarına karşın TSK’nin Atatürk çizgisinde direniş eylemidir. Giderek direnişin başlangıcı sayılabilir. Günümüz insanı kurbağa örneğindeki gibi kaynar su içinde yaşadığından, hiçbir kırmızı çizgisi kalmadığından 28 Şubat’ı anlamaktan uzaktır. Anımsanacaktır, Sincan’da tankların geçişinden çok değil birkaç gün önce tv sunucusu bayan gazeteci tekme tokat dövüldü. Cübbeli sarıklı şeyhlerin, müritlerin davetli olduğu Başbakanlık yemeğini; silahlı, İran elçili Kudüs gecesini, her gün bir mahallede patlak veren ayinleri anımsamalı.
            1980 darbesinden bu yana ama özellikle son on yıldır TSK’nin neden hedef seçildiği, her tür gizli servis yöntemiyle çözülmeye, dize getirilmeye çalışıldığı açıktır. Bu gerçeği gören TSK komuta kadrosu ulusal yararlar yanında konumlanmaya çalışmışsa da başarılı olamamış, direnmeye çalıştıkça ABD saldırılarının daha çok hedefi olmuştur. Yeterince direnme çabası gösterdiği de kuşkuludur. (Bunda subayların yaşadığı görece gönenç ortamının oluşturduğu “rahatlığın”, gevşemenin de payı olabilir mi?) Saldırı için kullanılan hukuk söyleminin gerçekle ilgisi yoktur. Yargı yetkililerinin birçoğu en azından 70’li yıllardan bu yana yetiştirilip atanmış olan “görevliler”dir. Üretilen sahte kanıtların defalarca çürütülmesine karşın verilen kararlardan, tutukluluğun sürdürülmesinden, her şeyden açıkça bellidir böyle olduğu. Her YAŞ döneminden birkaç gün önce çıkarılan gülünç yakalama kararlarından bellidir.
            Eski Genelkurmay Başkanı Sayın Işık Koşaner ile kuvvet komutanlarının istifalarını ne yazık ki ulusçu bilinen kimi yazarlar bile önemsizleştirmeye çalıştılar. Oysa tersidir. Ölü toprağının atıldığı andır. Yol ayrımıdır. Ancak halkla sürekli kanıt, belge, bilgi paylaşımına dayalı bir içtenlik, inanç ilişkisi kurulamadan bugüne gelindi. İstifalarda da bu eksik yakıcıdır. Sağlanması bunca kolay ama sonuçları etkili olacak bir yöntemin uygulanmamasını anlamak güçtür. Haklıyken özünü anlatamamayı anlamak güçtür.
            Son olarak şu söylenmelidir: Haçlı Seferleri’nden beri yabancılarca da  Türkiye diye adlandırılan ülkemizde güçlü bir ordunun olmaması durumunda, daha o anda Türkleri, hangi kökten gelirse gelsin kader birliği etme bilincini edinmiş tüm insanlarımızı jiletle kazırlar! Yok orduya bütçeden fazla pay ayrılıyor da, militarizmin kötülükleri de, sivil itaatsizlik de, sivil toplum örgütleri de… saçmalıktan başka bir şey değildir. Burada söz edilen Türkiye gibi bir coğrafya (haritaya hiç bakıyorlar mı acaba) ve gelecek kuşaklarımızın güvenliğidir. Bu güvenliği (hele de çıkar için) tehlikeye atmaya kimsenin hakkı olamaz. “Demokrasi” yayılmacılar için işgal “demokrasi”sidir. İşte eski Yugoslavya, işte Irak, Afganistan, Libya, Mısır, giderek Suriye… Budunlar demokrasisi üstün kılındığına göre onun sonucunda dehşetle irkilen Norveç’i bu listeye eklemek çok mu yanlış olur.
03 Ağustos 2011






Hiç yorum yok: