Türk Silahlı Kuvvetleri ve Yeni Dünya Düzeni
Günay Güner
Bilimsel
bakış her kurumu, her olguyu dönemsel koşulları içinde değerlendirmeyi
gerektirir. Aksi durumda tek parça bir yaklaşım ortaya çıkar ki gerçeğe
ulaştırması olanaksızdır. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) konusunda da yöntem bu
olmalıdır.
Çanakkale’de
yayılmacılara (emperyalistlere) yeryüzünün ilk tokadını atmayı başaran Mustafa
Kemal’in komutasındaki ordudur. Çanakkale ulus olmamızın tohumudur. Osmanlı’nın
zavallılaşmasının sonucunda Sevr Antlaşması’yla zincire vurulmuşken o zinciri
parçalayan, çıkış yolunu açan ordudur. Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nı utkuyla
sonuçlandırarak özgürlüğümüzü sağlayan, ardından Cumhuriyet’i kuran ordudur.
Cumhuriyet
kul ilişkisine dayanan derebeyliği yıkmayı, yerine görece özgürleşen, eşitleşen
yurttaş ilişkisini kökleştirmeyi amaçladığından sınıf çatışması şiddetlendi. Derebeyi-şeyh-bürokrat-yayılmacı birliği
1937’den başlayarak atağa geçmekte gecikmedi. 1950’de çok partili Demokrat
Parti döneme geçilmesiyle sözkonusu yayılmacı birliği her alanda dizgeli
saldırıya geçti. Cumhuriyet’in emekçi kitleler yararına yarattığı kazanımların
ortadan kalkacağını gören TSK 1960 Devrimiyle gericiliğe, yayılmacı kalkışmaya
engel oldu. 1961 Anayasası Türkiye’nin en özgürlükçü anayasasıdır, yapan güç
ordudur. Burada bir savı daha yanıtlamak gerekir. 1960 Devrimi’nin ABD’nin
bilgisi içinde yapıldığı zaman zaman Aydınlanmacı yazarlarca da ileri sürülür.
Burada açık bir mantık yanlışı var. ABD’nin bilgisi, haber alma yeteneği olması,
1960 Devrimi’ni benimsediği, desteklediği anlamına gelmez. Haberli olmasıyla,
yaptırması tümüyle başka şeylerdir. Onun engel olamayacağı durumlar
oluşabilmektedir. Sonraki dönemlerdeki Kıbrıs Barış Harekatı, haşhaş ekim
kararı böylesi önemli örneklerdir, kanıtlardır. ABD’nin Türk emekçisinin
sendikalaşmasını, basın yayın özgürlüğünü, ekonomik planlamayı, Anayasa
Mahkemesi’ni… isteyeceği düşünülebilir mi? Adnan Menderes’in son anda SSCB’ye
yönelmek istediği savı durumu yeterince açıklamıyor. Ayrıca ülke ekonomilerinin
istem genişletecek biçimde yeniden yapılanmasını, buna bağlı olarak baskıların
azaltılmasını, demokratik yönetimlere geçilmesini ABD’nin bir izlence olarak
uygulamak istediği savı da yeterince kanıtlanabilecek, mantıksal düzlemde
açıklanabilecek bir sav değildir. Çünkü ABD sözgelimi 1963 – 1973 arasında 10
yıl Vietnam Savaşı’nı; birçok Latin Amerika diktatörlüğünü onyıllarca
acımasızca sürdürmüştür.
Yeniden
TSK-ulus ilişkisine dönersek 1970’li yıllarla birlikte ABD, NATO uygulamalarını
etkin biçimde kullanarak Türk subaylarının önemli bir bölümünü birer ABD
sempatizanı, komünizm düşmanı, gladyo görevlisi olarak yetiştirmeyi
başarmıştır. Hak, eşitlik, özgürlük, barış bilinci hızla gelişen Türk ulusuna,
aydınına, gencine karşı askersel faşist yönetimler kurularak sindirme, korku
salma, yok etme amaçlı saldırılara girişilmiştir. 1961 Anayasası hedefe konarak
aşındırılmıştır. Haşhaş ekim kararının ABD’ye karşın alınması, Kıbrıs Barış
Harekatı’nın yapılmasının ardından ABD’nin “hizaya çekme”, öç alma saldırıları
sürmüştür. Türkiye üzerine ambargo koymuş, insanın kanını donduran kıyımlar
(Maraş, Çorum, 1 Mayıs Taksim…) yaptırmış, onlarca komando kampı kurdurarak
“siviller”den oluşan silahlı güçler eğitmiş, ülkeye büyük bir iç savaş
yaşatmıştır.
Bu
ortamla 12 Eylül 1980 faşist darbesi yapılmıştır. 12 Eylül başından sonuna tam
bir ABD yapımıdır. Bugün ülkede gericilik adına gördüğümüz tüm mevzilerin
kazıcısı, hazırlayıcısı 12 Eylül darbecileri ve yanı başındaki ABD’dir. Türk
Devriminin, Cumhuriyet’in yıkımı, parçalanma planı aşama aşama o günlerde
hazırlanmıştır. En gerici anayasa yazıldığı gibi emekçiler, aydınlar görülmedik
bir işkenceden, kıyımdan geçirilmiştir. 1990’lı yıllarla birlikte doğu
blokunun, SSCB’nin çökmesiyle tek merkezli dünya, salt ABD egemenliği, giderek
faşizmi hızla kurulmaya başlanmıştır. Dünya ölçeğinde dayatılan bu izlence
tartışmasız liberalizm, özelleştirme, kamunun yok edilmesi, ulus devletlerin
sonlandırılması, budunsal ve dinsel ayrılıkçılık, ABD’nin, izin verdiği ölçüde AB’nin
her yere girişi demektir. Küreselleşmedir, Yeni Dünya Düzenidir.
Bu
bağlamda Türk ulusunun gönlüne, kurulan sağlam kurumlara (ki biri de TSK’dir)
dayanan Atatürk Devrimi yok edilmeden sözkonusu ABD planının başarılmasının, 22
ülke sınırının değiştirilmesinin, taşeron – paralı sömürge ordusu, ulus yerine onursuz
bir güruh oluşturmanın olanaksızlığını ABD herkesten iyi bilmektedir. Onlarca
Atatürkçü aydının öldürülmeleri bundandır. Gericilerce sıklıkla bahane
gösterilen 28 Şubat 1997 kararları, tüm kafa bulandırma çabalarına karşın
TSK’nin Atatürk çizgisinde direniş eylemidir. Giderek direnişin başlangıcı
sayılabilir. Günümüz insanı kurbağa örneğindeki gibi kaynar su içinde
yaşadığından, hiçbir kırmızı çizgisi kalmadığından 28 Şubat’ı anlamaktan uzaktır.
Anımsanacaktır, Sincan’da tankların geçişinden çok değil birkaç gün önce tv
sunucusu bayan gazeteci tekme tokat dövüldü. Cübbeli sarıklı şeyhlerin,
müritlerin davetli olduğu Başbakanlık yemeğini; silahlı, İran elçili Kudüs
gecesini, her gün bir mahallede patlak veren ayinleri anımsamalı.
1980
darbesinden bu yana ama özellikle son on yıldır TSK’nin neden hedef seçildiği,
her tür gizli servis yöntemiyle çözülmeye, dize getirilmeye çalışıldığı
açıktır. Bu gerçeği gören TSK komuta kadrosu ulusal yararlar yanında
konumlanmaya çalışmışsa da başarılı olamamış, direnmeye çalıştıkça ABD
saldırılarının daha çok hedefi olmuştur. Yeterince direnme çabası gösterdiği de
kuşkuludur. (Bunda subayların yaşadığı görece gönenç ortamının oluşturduğu
“rahatlığın”, gevşemenin de payı olabilir mi?) Saldırı için kullanılan hukuk
söyleminin gerçekle ilgisi yoktur. Yargı yetkililerinin birçoğu en azından
70’li yıllardan bu yana yetiştirilip atanmış olan “görevliler”dir. Üretilen
sahte kanıtların defalarca çürütülmesine karşın verilen kararlardan,
tutukluluğun sürdürülmesinden, her şeyden açıkça bellidir böyle olduğu. Her YAŞ
döneminden birkaç gün önce çıkarılan gülünç yakalama kararlarından bellidir.
Eski
Genelkurmay Başkanı Sayın Işık Koşaner ile kuvvet komutanlarının istifalarını
ne yazık ki ulusçu bilinen kimi yazarlar bile önemsizleştirmeye çalıştılar.
Oysa tersidir. Ölü toprağının atıldığı andır. Yol ayrımıdır. Ancak halkla
sürekli kanıt, belge, bilgi paylaşımına dayalı bir içtenlik, inanç ilişkisi
kurulamadan bugüne gelindi. İstifalarda da bu eksik yakıcıdır. Sağlanması bunca
kolay ama sonuçları etkili olacak bir yöntemin uygulanmamasını anlamak güçtür. Haklıyken
özünü anlatamamayı anlamak güçtür.
Son
olarak şu söylenmelidir: Haçlı Seferleri’nden beri yabancılarca da Türkiye diye adlandırılan ülkemizde güçlü bir
ordunun olmaması durumunda, daha o anda Türkleri, hangi kökten gelirse gelsin
kader birliği etme bilincini edinmiş tüm insanlarımızı jiletle kazırlar! Yok
orduya bütçeden fazla pay ayrılıyor da, militarizmin kötülükleri de, sivil
itaatsizlik de, sivil toplum örgütleri de… saçmalıktan başka bir şey değildir.
Burada söz edilen Türkiye gibi bir coğrafya (haritaya hiç bakıyorlar mı acaba)
ve gelecek kuşaklarımızın güvenliğidir. Bu güvenliği (hele de çıkar için) tehlikeye
atmaya kimsenin hakkı olamaz. “Demokrasi” yayılmacılar için işgal
“demokrasi”sidir. İşte eski Yugoslavya, işte Irak, Afganistan, Libya, Mısır,
giderek Suriye… Budunlar demokrasisi üstün kılındığına göre onun sonucunda
dehşetle irkilen Norveç’i bu listeye eklemek çok mu yanlış olur.
03 Ağustos 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder